ESERLERİ:
Şehrin Aynaları
Pinhan
Med-Cezir
Mahrem - Görmeye ve Görülmeye Dair Bir Roman
Bit Palas
Beşpeşe (Murathan Mungan, Pınar Kür, Faruk Ulay, Celil Oker ile)
Araf
Baba ve Piç
BİYOGRAFİ:
Elif Şafak, 1971, Strasbourg doğumlu. ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü'nü bitirdi, yüksek lisansını aynı üniversitede Kadın Çalışmaları Bölümü'nde, doktorasını ise Siyaset Bilimi alanında tamamladı. "Bektaşi ve Mevlevi Düşüncesinde Kadınsılık-Döngüsellik" konulu yüksek lisans tezi Sosyal Bilimler Derneği'nce ödüllendirildi. İlk öykü kitabı Kem Gözlere Anadolu 1994 yılında yayımlandı. İlk romanı Pinhan ile 1998 yılı Mevlana Büyük Ödülü'nü aldı. Bunu Şehrin Aynaları ve yazara 2000 yılı Türkiye Yazarlar Birliği Ödülü'nü kazandıran Mahrem izledi. Bu romanıyla geniş bir okur kesimince tanınan yazar, diğer romanları gibi Metis Edebiyat dizisinde yayımlanan Bit Palas (2002) ve Araf'ı (2004) yazdı. Kadınlık, kimlik, kültürel bölünme, dil ve edebiyat konulu yazılarını Med-Cezir'de (2005) bir araya getirdi. Bir süredir ABD'de yaşayan Elif Şafak Avrupa ve ABD'de çeşitli gazete ve dergilere yazmakta, Michigan Üniversitesi'nin ardından Arizona Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Kitapları çeşitli dillere çevrilen Elif Şafak'ın İngilizce kaleme aldığı son romanı Baba ve Piç (2006), dünyanın önde gelen yayınevlerinden Viking/Penguin tarafından basılmıştır (2007).
zarka: dikkatimi cekti okudugum kitaplarinda mutfak, yemek, yeme
aliskanliklari uzerinde duruluyor, daha da acikcasi yeme sapkinliklari. acaba onun da var mi boyle huylari? ;)
a: Cevabini okuyunca aklima ilk sen geldin... :)
Mahrem'de sisman bir kadinin ic dunyasini anlatiyorsunuz. Bunlari yasamayan biri yazmis olamaz dedirtircesine bir anlatim zenginligi var. Bunu nasil basariyorsunuz? Empatiye yatkin misiniz?
Elif Safak: Ben sadece Mahrem'de degil, daha onceki romanlarimda da hep "olmadigim seyi" anlatmisimdir. Ilk romanim Pinhan'da dogustan cift cinsiyetli bir insanin ic arayisi anlatiliyordu. Ikinci romanim Sehrin Aynalari'nda ise agirlikli olarak dinsel azinliklari anlattim. Ilk bakista ben bu insanlardan biri degilim. Ama onlari anlattim, cunku kendimi onlara yakin hissettim. Bence hayatla iliskisi puruzsuz olamamis insanlar, hayatla iliskisi puruzlu olan insanlari kendilerine yakin hissedebilirler. Bu ruhsal bir yakinliktir. Ruhsal yakinlik icin gidip illa da o insanin konumunda, kisvesinde olmak gerekmez. Ben buna ruhdaslik diyorum. Ben romanlarimda ruhdaslarimi anlatiyorum, sevdigim, hissettigim insanlari anlatiyorum ama ilk bakista, yani yuzeyde, bu insanlarla hicbir ortak noktam yokmus gibi gorunebilir. Oysa yuzeyin altina bakarsaniz cok ortak noktam oldugu ortaya cikar.
Kaldi ki benim icin edebiyat, insanin "oldugu sey"i degil, "olmadigi sey"i anlatmasidir. Eninde sonunda, o "olmadigi sey"den hic mi hic uzak olmadigini gormek ve gosterebilmek icin. Yani baska turlu olsaydi herkes sadece kendi yasadiklarini anlatir ve edebiyat bir otobiyografi geleneginden ibaret kalirdi. Oysa tam tersine, insanin baskasinin kiligina burunebilmesine, baskasinin hayatini yasamasina olanak verir edebiyat. Ben de romanlarimda bunu yapiyorum.
From: Elif Safak: "Kelimelerin de insanlar gibi omru vardir", Soylesi: Melih Bayram Dede, Dergibi.com, 2000
a: Son 3 aydir Harvard Universite'si kitapcisinda, -hemen giriste, kosede- Elif
Safak kitaplarina ayrilmis kocaman bir stand var. Yukari katlardan birinde de Orhan Pamuk kosesi var, " this year's Nobel Prize Winner" basligiyla. Onlerinden her geciste gulumsuyorum.
Ben Elif Safak'i Ingilizce cevirilerden okuyabilecegim. Bu ilk planda dejavantaj gibi gorunse de, grubumuza yeni bir bakis acisi getirebilir diye dusunuyorum. Neden diyeceksiniz. Gecen gun NPR'da (national public radio) Elif Safak unlu bir programa davetliydi*, orda Ingilizce yazarken farkli bir uslup gelistirdigini soyluyordu. Daha rahat, genis bir tarz. Tipki bu iki dilin kullanildigi toplumlar arasindaki fark gibi. Ornegin, diyordu, iki dilde de akici konusan arkadaslarim, Turkce argo kelimeleri agizlarina almazken (ozellikle kadinlar), Ingilizce kullanmaktan cekinmiyorlar. Bence, cocuklarda ozellikle goze carpiyor bu durum, anne babalariyla Turkce konusurlarken cok tanidigimiz bir iletisim gozlemliyoruz, ama ayni cocuklar ayni kisilerle Ingilizce daha senli benli, daha ozguvenli ("ben bilirim, otorite degil" tarzi) bir stil elistiriyorlar. Uzun lafin kisasi, ben the Bastard of Istanbul'u tekrar gozden gecirip notlarimi sanal ortama aktararak basliyorum Elif Safak temali yuruyusumuze.
*Programi dinlemek isterseniz: http://www.npr.org/templates/story/story.php?storyId=7217653 .
Dogrusu Ingilizce'yi kullanirken ki uslubuna hayran kaldim Elif Safak'in. Kelimeleri son derece yerinde seciyor, ve telafuzu cok guzel. Diger tum etnik gruplar gibi, Turklerin de oldukca belirgin bir aksani var, buna burda egitim alanlar dahil. Bir Orhan Pamuk'u dinleyin ornegin. Cok merak ediyorum, bu kadin dilini nasil bu kadar gelistirebilmis.
sk: biliyosundur belki Araf'i Elif safak ingilizce yazmis zaten. baskasi Turkceye cevirmis. en azindan bu kitap icin dezavantaj olmiyacaktir senin icin. hatta ingilizce problemi olmayan birisi icin (like you :)) kitabi ilk dilinde okumak avantajdir bile bence...
a: Elif Safak'in Bogazici Universitesi'nde verdigi bir konusmanin ardindan burdaki ogrenci/insan profili hakkinda yazdiklari.
Hakikaten boyleydi Bogazici, cok sey ogretti. Bu yuzden bizim gibi gruplar onemli, hem birbirimizden tum farkliliklara ragmen birseyler ogrenebilmek hem de topluma bu degerleri katabilmek icin:
"Guzel olan, ozel olan, nadir olan tum bu ogrencilerin birbirlerinin lafini kesmeden, kucumsemeden ayni salonu paylasmalari ve belki bilerek belki bilmeyerek bir "demokrat kamusal alan" yarattiklarini gormekti benim acimdan. Ister istemez kendi ogrencilik yillarima gitti zihnim. Ben 1990'lar baslarinda ODTU'de ogrenci iken ben ve benim gibi "politik"
ogrenciler, muhalif fikirlerin penahi "Sanli ODTU" gelenegini surdurmeye ve 12 Eylul darbesinin universiteyi tamamen depolitize etmedigini kanitlamaya ahdetmistik. Ne var ki bu misyondan hareket ederken, kendi goruslerimizi yankilamayanlari zerre kadar dinlemez, insanlari sistem karsisindaki mevzilerine gore kategorilerine ayirirdik. Hele hele universiteye gelmis bir konusmaci soylesi esnasinda sevmedigimiz turden bir cevap verirse aninda dayilanir, efelenir, heyheylenirdik. Ya salonu terk eder ya da ona terk ettirirdik. Kucumsemek ve otelemek bir refleksti adeta. Filancalar "libos", falancalar "donek", filancalar "satilmis", falancalar "asimile olmus"... Buzlukta bekleyen dondurulmus gida gibi hazirdi tanimlamalarimiz. "
http://www.elifsafak.us/yazilar.asp?islem=yazi&id=179
zarka: pinhan
elif safak'in romanlari arasinda en farkli olan pinhan. digerleri ile ruhdas karakterler olabilir ama ayni caga ait olmamalarini sanirim boyle dusunmeme yol acti.
tahliller cok derinlemesine, oyle ki hikaye ile baglantilari sonralari ara ara cikiyor. bana safak'in kitaplari hep su hissi verdi; bir suru ucu acik birakilmis ip sonra beklenmedik bir anda bu acik uclar bir yere veya birbirlerine baglaniveriyor. pinhan'da yazar tahlil ve tasvir yapmanin keyfine oyle bir dalmis ki bazi iplerin ucunu bir yerlere baglamaya ihtiyac bile duymamis.
kelimelerin zenginligi cok etkileyici. safak tum romanlarinda elinde ne var ne yok kullaniyormus izlenimi veriyor. mutfakta ne var ne yok kullanan bir asci gibi. burada safak'in yazarliga bakis acisinin da etkisi var sanki. basarili bir yazar olmanin hirsi ile hiclik, bir daha yazamamayi goze almanin rahatligi arasinda gidip gelmelerinin etkisi. ilk romani pinhan'da -bu hiclik hissinden kaynaklandigini dusundugum- kelimelerdeki muhtesem zenginlik, orneklerdeki cilginca cesitlilik, yazma zevkinin tadini cikarmasi, tasvirleri musrifce diledigi gibi uzun uzun anlatisi diger kitaplardan cok daha baskin. bu kitabin okunurlugu uzerinde bir etkiye sahip ama bu duurm yazarin umrunda degil. oyle ki o her anlattigi hikaye ile bir kapi aciyor okura iceri girip gezmeyi ona birakiyor.
pinhan'daki bu rahat ama acemi hali cok hosuma gitti yazarin. kendini okutmasini profesyonelce bilen bir roman olmayabilir pinhan, ama samimiyeti ve zenginligi etkileyici. yazarin son romanlari sarkacin bir ucundan digerine kaydigi izlenimini uyandirdi bende.
pinhan'in bir de konusu var, o cafcafali, o kalabalik tasvirlerin arasinda bir de hikaye var veya daha dogrusu bir cok hikaye var. pinhan'in hikayesi mesela, ikibaslilik. bu konu bir akademisyen edasiyla ve gayet duygusal olarak ele aliyor. belli ki yazar bu ikibasliligi "lezbiyenlik, escinsellik, subyancilik" gibi bir basitlige indirgemek istemiyor. sittinsenenin Akrep Arif mahallesinin Naks-i Nigar ismini alarak yasadigi ikibaslilikla vurgulamak istiyor bunu. Bir de masalsi bir hal ile sunarak, dervis kiligina sokarak ve bu sakincili kelimelerden uzak durarak hikayenin basitlesmesini engellemek icin ozel bir caba gosteriyor sanki. hem tehlikeli sularda gezinmek hem de bu sulari bulandirarak burada oldugunu pek de belli etmeme kaygisi gibi. burada bulanikliktan kastim aslinda ozene bezene islenmis tul perdeler gibi dikkat ceken ve iyi bir dil ve edebiyat calismasi, konunun daha naturelist ve indirgemeci bir hal almasini engelleyen bir tul.
safak ile ilgili deginmek istedigim bir baska husus; travma hali. sadece bu romanda degil diger romanlarinda da karakterlerin ortak ozelligi bir travma gecirmislik. asil bu travmadan sonra olusuyor karakterler, atesten gecirilmeden sekil verilemeyen cam gibi once bir guzel yakip sonra suslu cam boncuklar yapiyor yazar. anne veya babasi tarafindan terk edilmislik, ikibaslilik, sevgiliden ayri dusmek, sinirlarin ihlal edilmisligi… adi ne olursa olsun bir travma. bir yarali kuslar cenneti safak’in romanlari. evet siyah ve beyaz ayni anda herkesde mevcuttur, elbet pur-u pak iyilerden ve yerin dibine giresice kotulerden olusan didaktik anlatimlar degil beklentimiz. bu anlamda karakterlerin kircilliligi ve ruhlarindaki farkli desenler cok ilgi cekici. yine de sormadan edemiyorum neden yaralar hep bu kadar derinde, niye travma, ufak bir hirpalanmislik romanlara sokmamasi neden? illa klinik vakalar secisi, bir kasvet ve karamsarlik halesini ister istemez sariyor her romanin etrafina. romanlari hep bir kasim ayinin kara bulutlarla kapli yagmur ha yagdi ha yagacak bir ikliminde yazilmis sanki. sunu belirtmeliyim ki, bu durum beni itmedi cunku o klima kendiliginden oyle gelmis. bir zorlama yok ve bir yazardan zorla romanlarina piriltili gunesleri eklemesini beklemek olmaz tabii. beni burada dusunduren “neden boyle” sorusu, nasil olmusta bu iklime kaymis, bu halenin disina cikmamis/cikamamis yazar.
simdi safak’in romanlarinin bir baska ortak yonu; amazon kadinlari. illa ki her romaninda kendine has, degisitirilmez, baskin kislikleriyle goze carpan, goz dolduran iktidar sahibi kadinlar grubu/guruhu var. her birinin kendine has zafiyetlerinin yaninda cok keskin hatlar ile belirlenmis, tavizsiz yonleri var yine kendine ozgu. pinhan’daki 7 kocakari mesela, aslinda hepsi incelenmeye ve okunmaya deger kendi icinde bir roman. bu artik pozitif ayrimcilik mi, safak’in hayatindaki kadinlarin onun uzerinde biraktigi etki mi, kadin konusunda yaptigi akademik calismalar mi, artik her ne sebep olduysa bilinmez bu tas firin kadinlari romanlarinin demirbasi haline gelmis. bu da beni rahatsiz etmiyor, cunku belli ki kendiliginden gelismis/olusmus karakterler bunlar.
elif safak romanlarini yazarken yoruluyor, hirpalaniyor, cok emek sarfediyor olabilir, ama mesaj verme kaygisi tasimamasi, kalemi kendi haline birakisi onun en onemli ozelliklerinden. pinhan’dan baba ve pic’e dogru giderken yazarin da yerinde durmadigini gelistigini ve degistigini goruyoruz. bu degisikliklerle kazanimlarinin yaninda bazi kayiplarinin da oldugunu dusunuyorum. romanda kurgudaki “kaygi”larin -bir mesaj verme, bir derdini anlatma, sonunu baglama vb. gibi- romanin tuzu gibi oldugunu dusunuyorum, illa ki her romanda var. pinhan mesela sonu olan bir roman, tamamlaniyor, digerleri bir sekilde devam etse de, pinhan’in halkasi tamamlaniyor. ve bu kaygi tadi tuzunda. ama ne zaman ki tuzunu cok kacirirsiniz yemeklerin iste onun cozumu yoktur, yemesi yutmasi zordur. son romani baba ve pic’i okudum, onunla ilgili yorumu ayrica yazmak istiyorum ama burada yeri gelmisken belirtmek istiyorum. eger birilerinin aklina “nobel alma kaygisi, birileri tarafindan begenilme kaygisi mi var acaba?” sorusu takiliyorsa, orada durup dusunmek gerekli. boyle usundugumden degil, boyle dusunulmus olmasini yadirgamadigimdan belirtmek istedim. simdi bu dusuncenin olusmamasi icin de bir kaygi duyup, isin obur ucunu yumusatmaya kalkarsa yazar o zaman iste belki de tadi tuzu kacar romanin. pinhan’daki kayitsizlik, -belki bazi okurlarin cok da hosuna gitmeyen bu kayitsizlik- ne yonde degisiyor, onu da sorgulamali bence yazar.
pinhan’da yola cikarak, genel bir elif safak degerlendirmesi oldu ama daha fazla dagitmadan ve dagilmadan yine pinhanla bitirelim. safak, pinhan romaniyla her seye ragmen ve her yonuyle, siirsel dili, vecd hali ve taskinliklari arasinda bir anda durgunluklari ve dinginlikleri ile farkli bir soluk getirmis edebiyatimiza, eline, kalemine, yuregine saglik.
a: ".......mutfakta ne var ne yok kullanan bir asci gibi. burada safak'in yazarliga bakis acisinin da etkisi var sanki. basarili bir yazar olmanin hirsi ile hiclik, bir daha yazamamayi goze almanin rahatligi arasinda gidip gelmelerinin etkisi....."
Cumlen ben de farkli duygular uyandirdi. Bir daha nefes alamamayi, gulememeyi, konusamamayi, var olamamayi goze almak der gibi. Rahatlik degil hissettigim, huzursuzluk. .. Safak'in mutfagini yere serip herseyi kullanma aceleciligyle belki de ama, daha cok iyilik yapma, iyilikte yarisma arzusu.
zarka: hiclik uzerine
hiclik uzerine yazmak cesaret gerektir yurek gerektirir, bizimkisi ise bir sayiklama en fazla, uyanmadan az evvel gorulmus ruyanin kirintilari.
hiclik kuytularin derinligi, mahzenin karanligi. hiclik serin, kuru ve soguk. korkutur elbet ama huzur da verir, o huzurun rahatligidir, korkunun rahatligi, bilmemenin rahatligi. bazen kacip siginmak istedigin adadir hiclik, kimseciklerin ayak basamadigi. her tarafini sislerin sarmasi bir adim otesini gorememe, cokup kalma oylece yoklukta. bir daha yazamamayi, bir daha nefes alamamayi, gulememeyi, konusamamayi, var olamamayi goze almanin, alabilmenin huzuru. „imtihan dunyasi“ diyebilmenin huzuru.
gozunu karatir adamin. bir kere karardi mi gozu, hissetmez insan aciyi. hiclik, eger goze alabilmekse herseyden vazgecmeyi guzeldir. simdiye degin vazgectiklerinin sizisini unutturur. sarkacin bir ucuysa eger iyidir o zaman, risk almayi ogretir. hiclik her doluyu bosaltan, her bosu dolduran bir bitmez kaynak. tuhaf bir kurtarici, her anlamsizliga ve her anlama.
merak ettim acaba elif safak hicligi nasil algilar?
zarka: mahrem
Degil mi ki roman basladigi yerde biten ve belki hic baslamayan veya hic bitmeyen oyun sahnesiydi yazarin? Safak iste bu sahnenin keyfini cikariyor romaninda, hem de sonuna dek!
Cok genis bir hayal gucuyle susledigi roman gunumuzde kendisine kitlenen ve bunun cikmazinda bogusan "birey" psikolojisini cok guzel yansitiyor. *
Iticilik ve tiksendiricilik hicbir boyutundan sakinmayarak teshir ediyor. Bu sadece naturalist bir yaklasimla degil insan ruh halini ve degerlerini de goz onune alarak yapiliyor. Ama mutlu degil yazar ve her baktiginda gordugu kuytular ve karanliklar.
Elif Safak basitce sayiyor: Bir Iki Uc Iki Bir SIFIR!
Satir aralarinda not edildigi gibi okunsa da okunmasa da bir olan hiclikte son buluyor eser. Yine de bu gosteriyi bu seyirlik, bu etkileyici, bu delici ve delice gosteriyi izlemek farkli karakterlerin koridorlarinda gezinme imkani veriyor.
Ve gercek su ki her satiri dikkatle ve incelikle islenmis bir eser Mahrem.
"Seyirlik bir dunya bu! Gormeye ve gorulmeye dair" sf. 214
* Bir ilave: Birey psikolojisini on plana cikaran yaklasim (bu eser icin soylemiyorum) ama gunumuzde bazen bireyin icine fazla girip sasi olarak bakmamiza yol acitigini dusunuyorum.
zarka: arafta kalma uzerine
itirazim var, yabana atilmayacak cinsten...
esiklerde kalmisliga, arafta yasamaya, kircilli olmaya degil...
arizali karakterlere, bunalimlarina, sorgulamalarina, kasvetlerine değil...
kurgunun gercekten daha insafli, daha hesapli, daha olculup bicilmis olmasina.
arafta kalmisliga degil de araftan atlamisliga. intihar ve finito.
kara bir sac yumagi bogazin serin sularina birakir kendini, benim buna itirazim var iste.
intiharin rahat kollarinda sonlanmasina romanin. her karakterin bir arada kalmisligi olabilir romanda ama en cok da Gail’in o aidiyetsizligi, o arayip bulamamisligi, o umarsizligi, o yaranlanmisligi can acitiyor. bu acidan aslinda Pinhan’daki Nevres’e ne cok benziyor. kaybolduklari bu delhize giris noktalari da benzer. terkedilmislik anne ve baba tarafinda, ruhun topal kalisi, ustten atilamayan bu seyirterek yurume hali. Nevres ustune ustluk gercekten topal, bu da onun ofke ile dolup tasmasina, ruhunu ancak etrafa kivilcimlar sacarak dindirmesine sebep oluyor. Nevres’in sonunu bilmiyorum ama Gail’in kendine intiharlarin en estetigini secip sahneden cekilisine goz yumulmasina itirazim var. Yazardan elbet arafta kalmisliga bir cozum onerisi getirmesini beklemiyordum ama onceden de severek okudugum romanlardaki intihar eden karakterlere hep bir itirazim olmustu. Dunya Nobet’inde mesela Alatli’nin Aleksi’sinin atese yuruyusu. Ingeborg Bachmann’in Malina’sinda sondurulmemis bir sigaranin alevlerine kacis. Bu mudur?, dedirtiyor. Erdem bu mudur? Savasmak, hayatta kalakalmak –belki de savasamadan ustelik- bu kadar zor mudur?
itirazim var. hani kendimi kaybetsem, romanlarda intihara yasak koyasim var :)
sk: Katilmamak elde degil. Arafta kalmis , hayatini biz onun hayatina dahil oldugumuz kisma kadar zorluklarla yasamis -ama yasamayi basarmis- karakterin tam da bizim hayatina dahil oldugumuz bolumde intihari secmesi uzuyor insani. Cunku intihar en basit cozum. "Artik dayanamiyorum, DURDURUN DUNYAYI BEN INMEK ISTIYORUM" demeyi ona yakistiramiyorsunuz . "Biraz daha dayansaydin , en azindan bu ben senin hayatini izlerken olmasaydi, olmeseydin, senle aramda bag kurmustum, kendimden parcalar bulmustum, giderken benim de umitlerimden goturdun" diyesi geliyor insanin....
Ama naparsin iste yazarin karakteri , ister guldurur, ister oldurur. Boyle bitmeseydi deme hakkimiz yok belki de. Hazir olani okuyoruz, pasifiz cunku. Bastan kabulleniyoruz , razi geliyoruz onceden belirlenmis sona. Cocukken okudugum kitaplar vardi -daha dogrusu babam bize okurdu kendimiz okuyamadigimiz icin :) - simdi kahramanin ne yapmasini istersin, sunu mu secsin bunu mu diye, sen de secerdin yolunu. Oyle diil ki butun kitaplar :)
zarka: “baba ve pic”i ilk duydugum da ismi hosuma gitmemisti. on yargi
ve kusku dediler ki “kesin dikkat cekme amaciyla secilmis bir isim, konusulsun, ilgi/tepki ceksin, tepki verelnere ‘a yobaz!’ densin, reklam olsun diye”. bizim edebiyatimizda, bizim orf ve ananelerimizde “pic” bir kitaba ismini nasil verebilirdi, ne haddine! “pic” acinacak, merhamet duyulacak bir olgu, masum bir “yetim” degildi. kotuydu iste, kufurdu, hakaretti, zinaydi, ahlaksizlikti.
kitabevine gittim, gozume carpmadi, safak’in diger kitaplarinin arasinda da yoktu, sordum “‘baba ve pic’ geldi mi?” diye, ‘pic’i cok yavas sesle soyleyerek, ayip ya. E duyamadi, anlayamadi gorevli tabii. “Efendim?”, “‘BABA VE PIC’” geldi mi?” yuksek sesle, buyuk harflerle, ustune basa basa her kelimenin. Ah su “pic”in ustune biraz daha basabilseydim. “Ha evet, su basta.”. Meger yeni cikanlarin en basinda, koca bir sutuna dizivermisler kan kirmizi narlari, nasil kacti gozumden. iste isminden faullu
bu kitabi tum onyargilarimi azarlayip, kovalayarak iste boyle aldim. Utanacaksa yazari utansin diyerek.
okuduktan sonra da, boyle dusunmesem de duydugumda sasirmadigim yorumlar oldu: “Birilerine hos gorunmek, soylenmemisi soylemek, farkli acidan bakar gibi yaparken tarafsizligini kaybetmek, Nobel odulune goz kirpmak...” Bunun uzerinde cok durmayacagim, simdi “pic”ten konusalim.
kimdi romandaki pic? asya mi? bir tuhaf ailenin bir ton carpik iliskisinde peyda olmus bir tuhaf kiz mi? asya ismini secmis yazar, “isimler buyuludur, hem de buyucudur isimler” diyen yazar. asya’yi, onun hafizasizligini gecmisle kopuklugunu okurken hic dusunmek istemedim. gururla soylemekten cekinmedigin en buyuk itiraflarimdan birinin hafizasizlik oldugunu; cocuklugumdan, ilkokuldan, ortaokuldan, hatta liseden ve dahi unviersiteden kalan hatiralarimin bir avucu dolduramayacagini; isimleri ve yuzleri ozel bir caba harcamazsam kesinkez unuttacagimi; ozel bir caba harcadigimda da bunu bes on kez yapmazsam yine buyuk ihtimalle unutacagimi dusunmek istedim, kendimle roman arasinda bir baglanti kurmak istemedim, zaten tum bunlarin romanda anlatilanlarla uzaktan yakindan ilgisi de yoktu. tarihi severdim, tarih dersinde basarili bir ogrenciyidim, su adayi, su sehri, su memlekti bu tarihte su savasla aldik otesinde, tarihin sirli, gizli, golgeli yanlarini severdim. olaylarin birbirlerini etkileyis bicimlerini, o zamanki dusunce tarzini, siyaseti daha ilginc bulurdum, bulurdum ya bizim egitim sistemi sagolsun oyle tekin olmayan taraklarda bezi yoktur, fazla da bir sey ogrenemdim. yine de boylece tarafsizligimi, farkli fikirlere ve dusunce sistemlerine acikligimi, bu
farklarin olusma sebep ve sartlarina merakimi, empati kurma istegimi ortaya koyarak kendimi tamamen temize cikarmistim.
roman bitti, aradan bir sure gecti, uzerinde konustuk, elif safak’in roportajlarini okudum. mesela “nar”i konustuk. catlamis olan nari. dagilmadan az onceki osmanliyi mi sembolize ediyordu diye. sonra biraz daha netlesti, hafizasizligin, babasini imkar etmenin, tanimamanin, tanimak istememin dramatikligi. toplum olarak asya’dan ne farkimiz var diye dusundum. cevap bulmakta zorlandim. evet hepimiz birer ... idik, oldugu yerde sallanan disler idik, ne 700 ne 100 ne 70 ne de 10 yil oncesini yuksek sesle konusma cesareti olmayan. ozetle “masum degildik, biz hicbirimiz”.
yeri gelmisken sadece “hafizasizlik” tan degildi izdirabimiz. Ayni zamanda “afaza” idik. Afazilik psikoloji bilimde yeri olan bir hastalik, dilim dondugunce ozetlemem gerekirse, yeteri kadar kelime bilemediginden kendini ifade edememe durumu, ileri vakalarda konusamama ozru. “Schrodinger’in Kedisi”nde bunu uzerinde duruyor Alev Alatli. Safak, “Mezar taslarini okuyamayan bir toplum” olarak ifade ediyor durumu. Bunun nedeni, nicini, nasili uzerinde konusmaya kalmak da oyle ipe sapa gelir bir davranis olmadigina gore en azindan biraz daha hafiza egzersizi yapmali, konusmamizi duzeltmek icin biraz daha caba harcamali diye dusunuyorum. Safak’in kitaplari bu acidan iyi bir egzersiz, kelime cesitliligi, ayaginin altinda olmek uzere olan kelimelerin cigligini duyup cekip cikarmasi acisindan. Sunu da belirtelimek gerekir ki ingilizce yazdigi son iki romaninda bu caba ikinci planda kalmaya baslamis gibi. bize okumak dusuyor, cok ve daha cok.
a: Bu arada ben pic kelimesini Elif Safak'in da Turkce konusurken rahatca kullanmadigini dusunuyorum. Tabii, kitapciya gidip kitabini almak istese misal, sesini alcaltmaz buyuk ihtimalle :) Ama hani npr daki roportajinda da bahsettigi farkli dillerin farkli karakterler, davranislar ortaya cikardigi teorisinden yola cikarak ve baba ve pic'i Ingilizce yazmasin kitabin basligina etkisi oldugunu saniyorum. Ben de Zeynep gibi kitabina isim verirken "hos gorunmek, Nobel almak, soylenmemisi soylemek" gibi kaygilar tasidigina inanmiyorum.
Bu arada "farkli backgroundlardan okurlar -Amerikalilar, Ermeniler vs- neler dusunmus?" merakinin etkisiyle ilgi cekici yorumlari derlemeye basladim kisa sure once. "Guzel", "okunmaya deger" vs gibi seyler degil de orjinal birseyler yazmislarsa not aliyorum. Bakin Amazon'dan bir yorum:
By S. Villanuev "squashy" (Seville, Spain) Chronological figures also do not seem to be the author's strength. Petit-Ma is described as a "little girl" in 1923 when judging from the rest of the story, it appears that she was born circa 1908. Worse, 20 yr. old Mustafa is described to be in Istanbul with Zeliha just when the family secret is
revealed which is contrary to an earlier chapter that describes the 18 yr. old being shipped off to the US. The book's dialogue is also curious. Asya and her friends at
Cafe Kundera greet each other with "Yo, ....". Do Istanbulites actually greet each other with "Yo" or are they all wannabe homeboys? There are also plenty of "yeahs" from the non-Americans. I'm quite sure that every language has its equivalent of "yeah" but the overall effect in the book gives the impression that the story could have occurred anywhere, not just Istanbul. At one point, I was wondering if the book was translated to English and in the process, was injected with a little street cred.
a: Bu pic kelimesiyle ilgili yazmis Elif Safak aslinda, hatta biz okurlarina bir soru da yoneltmis:
Porselen Fincan Turkcesi, Safak, 14 Mart 2006: http://www.zaman.com.tr/webapp- tr/yazar.do?yazino=265423
"......Peki ahlakciligi degnekcilikle karistiran kimi kitabevi sahiplerinin bu kelimenin gectigi posteri vitrine koymak istememesinin sebebi ne olabilir? Kimi neden koruyorlar? Zaten bu kelimeyi gani gani kullanan sozlu kulturu mu koruyorlar edebiyatin 'zararli etkilerinden', yoksa edebiyati mi sterillestirmek istiyorlar? Mesele edebiyata ve kitaplara gelince, argoya yonelik bu tahammulsuzluk neden?
............ ......... ..
Sen hangisini yeglersin sevgili okur? Fildisi kulesinden sehre bakarak, kapali camlar ardinda porselen fincan Turkcesi yudumlayarak yazan bir edebiyatcilik anlayisini mi yoksa yuregi ve beyni ve hayalleri ve kalemi sokagin turlu turlu dillerine, hayatin inisli cikisli hallerine sonuna kadar acik olan bir edebiyatcilik anlayisini mi? "
zarka: baba ve pic
nihayet yapmakta oldugu yemegin adini koymus yazar: asure!
sirf bu romanda mi simdiye kadar ki tum romanlarinda da elinde avcunda ne varsa ortaya dokerek yapageldigi zaten sure idi. hatta sanki digerleri daha bir asureydi de, bu o kadar asure kokmadigi cin adini koymak durumunda mi hisseti acaba kendini? bir de acab romanin orjinalinde, yani ingilizcesinde asure yerine hangi kelimeyi kullandi sozlukte “pudding made with cereals, sugar, and raisins” geciyor ama bunu kullandigini tahmin etmiyorum.
yine bir suru kadin, hepsi birbirinden cevval ve birbirinden garip. yine yeme sapkinliklari. yine cinsel sapkinliklar, taciz. yine dagilip dagilip toplanan hikayeler. yine inler, cinler. yine hurafeler. yine goz, yine nazar. yine bir gecmisin delhizlerine dalip cikmalar. yine ayri bir kitapcik, bu sefer “nihlizm” uzerine. yine hircinlik, asilik. yine bir dukkan, gecen sefer cikolata satiyordu, bu sefer dovme yapiyor. yine cani acimislik, yine yeni travmalar...
hikaye degisse de degismeyen bazi seyler var elif safak’ta. iyi mi bu kotu mu? her sanatcinin bir tarzi vardir, bu da onun kendine ozgu tarzi olmasin? neticede hikaye ve olaylardaki yaraticilik devam etmiyor mu? acaba bir beklenti mi var, kabugunu degistirsin mi istiyoruz yazar.
galiba ben bunu biraz istiyorum. bu kasvet ve karanliktan kendiliginden, kendi icinden gelerek, oyle zorlamadan siyrilsin istiyorum. bakmakta oldugum enteresan solucanin kelebege donusmesini temenni ediyorum. “o tuhaf kadinin yeni bir romani mi, yine psikopat mi?” tepkisine ayni cevabi vermek istemedegimden midir, nedir bilmem, yeni bir acilim, yeni bir donem bekliyorum safak’tan. sunu yazsin veya bunu yazmasin diyemem, ne haddime ama nedense, sanirim sirf icimden oyle geliyor, tanidik yuzleri, ruhdas karakterleri okumak yerine artik farkli limanlara ugramak istiyorum.
redcycle: baba ve pic
Ilkokulun sonları, ortaokulun başlarıydı. Elime ne geçse okurdum. Maydanozun sarılı olduğu gazete kağıdından, evdeki dolapları karıştırıp bulduğum eski kitaplara kadar. Ne okuduğumdan çok, okuma eyleminden aldığım haz, kitaplardaki yeni dünyalar,hayal dünyamda açtıkları yeni patikalar, sayfaları çevirmek, kelimelerin hızla akıp gitmesi beni motive ederdi. Ama lise bittikten sonra belki de oku- ezberle –anlat eğitim sisteminden paçayı sıyırmış olmanın verdiği rahatlıkla uzak kaldım bir süre kitaplardan. Sonra sonra eski dostlarıma yeniden ihtiyaç duymaya başladım, hayatımdaki eksiklikleri iyice hissedilir olmuştu. Yeniden kitap raflarını karıştırmaya başladım ama bu sefer de “okumaya değer mi acaba? Bana ne katar bu kitap?”soruları girdi kitap rafları ile arama. Zor okur oldum.
Elif Şafak’ın “Baba ve Piç” adlı romanına ise bu soruların cevaplarından emin ve ciddi bir hevesle başladım. Entellektüel bir yazardı. Sıradışıydı. Kitaplarından birçok arkadaşım övgüyle bahsediyordu. Beşpeşe’yi okurken onun anlattığı kısmı sevmiştim. Ancak maalesef Baba ve Piç’i okurken yarılara doğru sıkılmaya başladım. Içimde hep “bu roman sırf bu ermeni meselesine değinmek için yazılmış” hissi uyandı. Hani bir dizi izlersin de sık sık (o günlerin gündeminden seçilmiş) bir mesaj gözüne sokarcasına vurgulanır ya, onun gibi yani. Seyredenlere “Mesajı aldım yeter, hadi konu akmaya devam etsin” dedirten cinsten. Bu romanda da konu sık sık, bir roman, bir kurgunun akışı olmaktan çıkıp, cümleler farklı şekilde yanyana getirilse makale oluverecek şekilde yazarın asıl anlatmak istediği tarafa kayıyor. Türkler ve Ermeniler arasında yaşanan gerilim ne kadar detaylandırılıyorsa, diğer konular da o kadar yüzeysel geçiliyor. Böyle olan her seferde ben konudan, karakterlerden koptum.
Ayrıca Asya’nın ailesi tüm tuhaflıkları ile anlatılmış ama ben hiç gerçeklik veya bir yerinden tanıdıklık yakalayamadım o ailede. Belki de o yüzden derinliğine ulaşamadım bu kitabın.
Özetle, Baba ve piç’i okurken bir romandan beklediğim hazzı alamadım. Buna karşın Türk ve Ermeni’lerin, aralarındaki probleme yaklaşım tarzlarını anladım.
KAYNAKLAR:
http://www.metiskitap.com/Scripts/Catalog/Author. asp?ID=19863
http://www.npr.org/templates/story/story.php?storyId= 7217653
http://www.elifsafak.net/indextr.html
http://www.elifsafak.us/
http://www.elifsafak.us/yazilar.asp?islem=id=179