25 Ağustos 2007 Cumartesi

La Môme

genis bir salon, yuvarlak masalarin etrafinda iyi giyimli seckin insanlar onlerinde sarap kadehleri, yuzleri dingin, bakislari sahnede. her sey itinali, nezih, ozenli, kirmizi perde onunde mikrofon, tum detaylarin bu kadar iyi dusunulmus oldugu bu ortamda sahnenin tam ortasinda siyah bir leke gibi bir sey gozunuze carpiyor. megerse buraya ait degilmis gibi gorunen, sanki bir yerde bir hata yapilmista oraya gelmis gibi duran, siyah sade giysisi, hafif kamburu ile ilk anda ne oldugunu anlayamadigimiz bu ufak tefek kadinin muhtesem sesi imis tum atmosferi saran. disaridan guzel ve itinali gozuken hayatlar, iceriden bakildiginda ne kadar kohnemis olabiliyor.

kaldirim sercesi bu urkek bakisli, bu guzel ve bu yipranmis sanatcinin halini ne de guzel anlatan bir isim. bu filmde ne de cok hikaye ic ice girmis; kasvetli, sefil ortamlarda gecen bir cocuklugun, hayatla mucadele eden genc bir kizin, sanatinin dorugunda hayranlik uyandiran bir kadinin hayatindaki detaylar yer aliyor.

fakirlik, terk edilmislik, zor zamanlar, hastaliklar, kazalar, bagimliliklar, asklar, travmalar midir sanatini cikaran bireyin yoksa gercek sanatci tum bunlarinda ustesinden sanatiyla gelebildigi icin mi ortaya cikar. sanirim ikisi de.

edith piaf’in dunyaya mal olmus sesi, elbetteki bir ozel yetenek, bahsedilmis bir cevher. peki ya yasadiklari? insan bilemez ki kaybettikleri ayni zamanda neler kazandirir ona. zorluklarda buyumek neler goturur, neler getirir. cocuklugunda gecici korluk ve sagirlik geciren bu kucuk kiz dokuzundan beri sarki soylemektedir olene kadar; kaldirimlardan muzikhollere. Kisa yasamina (1915-1963) pek cok aciyi, inis cikislari, sarkiyi, konseri, aski sigdiran bu kadina sadece kederli bir ses demek elbette buyuk bir haksizlik olur. bu ancak amerika’ya geldiginde aldigi ilk tepkilerdi ki kisa zamanda unlu elestirmenler onun bu guclu esisne dikkat cekecekti . cok guzel, narin ellere sahip olan edith’in amerika’daki buyuk aski yumruklariyla dunya sampiyonu olan fransiz bir boksor, iste bir fransizin ellerine paris ve new york’un yansimasi.

edith piaf gercek bir sanatci kuskusuz. Oyle bi sanatci ki senfoni sefini saatlerce bekletirken ertesi gun cepheye gidecek bir askerin onun icin yazdigi sarkiyi dinler ve begendigi bu eseri konser programina alir. kisacik boyuna ragmen sesiyle, kimi zaman sesindeki melodrama kimi zaman sesindeki coskuyla kendinden gecirir onu dinlemek icin salonlari dolduranlari. o ses ki bedeninin en yipramis zamanlarinda bile gucunden bir sey kaybetmez.

hayatindaki uc temel unsurun dua, sevgi ve sanati oldugunu goruyoruz. Cocuklugundan beri onu koruduguna inandigi Aziz Teresa’ya dua edisi, sahneye cikarken takmayi ihmal etmedigi haç ona destek oluyordu. Edith, belki de her insan gibi, sevilmeyi sevmeyi istedi en cok. Ona ‘bir kadina en onemli tavsiyeniz nedir?’ diye soruldugunda cevabi ‘sevin’ oluyor ve bu cevap bir genc kiz ve bir cocuk icin de ayni. Ve tabii sanati, ‘sarki soyleyemezsem olurum’ diyen anlayisi, ‘kariyerinizin en mutlu ani’ diye soruldugunda ‘perdenin her acilisi’ demesi ve olmune kadar saglik problemlerine ragmen sahneden kopamayisi onun hayatindan sanatin onemini gosteriyor.

iste film edith piaf’la ilgili bu ipuclarini veriyor bize. Marion Cotillard cok basarili bir oyunculuk sundugu ortada. arada gazete kupurlerinden ve orijinal goruntulerden gordugumuz gercek edith piaf’a o kadar benzemis ki. bir hayat oykusu anlatsa da kronolojik bir sira izlemiyor film, edith piaf’in hayat oykusunu bilenler veya biyografisini okuyanlar parcalari daha rahat birlestirebilirler tabii, ama bu filmi izlemek icin bir on sart degil. filmde benim en cok hosuma giden ise edith piaf’in orjinal sesinde bir cok sarkiyi dinleyebilmek oldu

edith piaf’la ilgili cekilen ilk film degil bu, bunun disinda da sanatciyla ilgili pek cok film, tiyatro, kitap mevcut. fransa’nin dunyaya mal olmus bu guclu sesini ve hayatini tanimak icin iyi bir firsat. yaziyi onun hayatini da ozetleyen sarkini sozleriyle bitirelim:
“Hayır! Hiçbir şeyden! / Hayır! Pişman değilim hiçbir şeyden! Ne bana yapılan iyilikten / Ne de kötülükten hepsi bir benim için!” Non, je ne regrette rien

~~~~~~~~~~~~
Non, Je Ne Regrette Rien

No, nothing.
No, I regret nothing.
Neither the good done to me, nor the bad;
to me, they're all the same.

No, nothing at all.
No, I regret nothing.
It's all paid for, swept away, forgotten;
I don't care about the past.

With my memories,
I've lit a fire.
My sorrows, my pleasures,
I need them no more.

Swept away are my loves
and all their tremors.
Swept away forever.
I start from scratch.

No, nothing really.
No, I have no regrets.
Neither the good done to me, nor the bad;
to me, they're all the same.

No, nothing.
No, I regret nothing.
Because my life, because my joys,
today, begin with you.
~~~~~~~~~~~~
Non! Rien de rien ...
Non ! Je ne regrette rien
Ni le bien qu'on m'a fait
Ni le mal tout ça m'est bien égal !

Non ! Rien de rien ...
Non ! Je ne regrette rien...
C'est payé, balayé, oublié
Je me fous du passé!

Avec mes souvenirs
J'ai allumé le feu
Mes chagrins, mes plaisirs
Je n'ai plus besoin d'eux !

Balayés les amours
Et tous leurs trémolos
Balayés pour toujours
Je repars à zéro ...

Non ! Rien de rien ...
Non ! Je ne regrette nen ...
Ni le bien, qu'on m'a fait
Ni le mal, tout ça m'est bien égal !

Non ! Rien de rien ...
Non ! Je ne regrette rien ...
Car ma vie, car mes joies
Aujourd'hui, ça commence avec toi !
~~~~~~~~~~~~


Linkler:
http://en.wikipedia.org/wiki/Edith_piaf
http://music.yahoo.com/ar-261423-bio--Edith-Piaf
Devamını okumak için...

14 Ağustos 2007 Salı

Suadiye

Nasil ki temizlik yapmaya herkes kendi kapisi onunden baslamali, Istanbul’u kepce kepce inceleme fikri ortaya atildiginda ilk aklima gelen cocuklugumun, gençligimin gectigi Istanbul’un guzide semti Suadiye’yi büyüteç altına almak oldu.

Suadiye ismini 1905’de yaptırılan camiden alır. II.Abdülhamit zamanında, donemin maliye nazırı olan Reşad Paşa genç yaşında vefat eden kızı Suad Hanım için yaptırır Suadiye Camii’ni. Kederli babanın yaptırdığı bu camiiden ve bu bahtsız genç ve güzel kızdan dolayı bütün bu semtin ismi Saudiye olur. Camii sade şadırvanı, temiz avlusu, ufak minaresi ile semte ismini vermekle kalmayip, önemli bir tarihi eser olarak değer katmaktadır. Hemen köşesindeki çeşme defalarca onarilmasina rağmen halen musluğu yoktur. Istanbul’umuzun pek çok noktasındaki tarihi çeşmelerle aynı acı kaderi paylaşmakta ve kullanılamamaktadır. Umarız ki en kısa zamanda toplum bilinci ile bu kültür eserleri hak ettikleri itimam ile korunabilir hale gelir. Camiinin hemen arkasinda camii vakfına ait olan dükkanların çoğunun durumu içler acısıdır. Yıkık dökük bu yapıların da en kısa zamanda daha güzel ve verimli şekilde kullanımasını diliyoruz. Camii’nin hemen yanından tren yolu geçmektedir.

Bu noktada tren yolunu Bağdat Caddesi’ne bağlayan yaya geçidinin adı “Feride Geçidi”dir. Bu isim bir tren kazasıyla yaşamını yitiren Feride (Cıva?) Hanım anısına (eşi veya belediye tarafından?) yapılmıştır. Haydarpasa'dan kalkıp Göztepe Erenköy’de kuzey doğuya doğru ilerleyen tren, Feride Geçidi’nde birden Bağdat Caddesi’ne yakınlaşır. Tren yolu ile Bağdat Caddesi arasındaki mesafe buralarda 100 metreye kadar düşmüştür. Her ne kadar “Motosiklet ve el arabaları giremez.” tabelası dikkat çekici bir şekillde geçidin her iki tarafında bulunsa da her daim bu kuralin çiğnendiğine şahit olabilirsiniz. Bu durumu saymazsak geçidin her iki tarafı da çıkmaz sokak olduğundan Suadiye Camii civarı ve geçit sakin ve huzur verici bir atmosfere sahiptir.

Suadiye Camii’nin bulundğu Cami Sokağın daha ilerisinde ise mahallenin ilk(öğretim) okulu Turhan ve Mediha Tansel bulunmaktadır. Mediha Hanım II. Abdülhamit döneminde doğmuş, ideali olan öğretmenlik mesleğine zor şartlar altında eğitimini tamamlayarak kavuşmuştur. Kendisi gibi öğretmen olan eşi Turhan Tansel ile hayatlarını eğitime adarlar ve emekli maaşları ile bu okulu yaptırılar. Temel atma töreninde bir kaç gün önce Turhan Bey ani bir kalp krizi ile vefat eder. Mediha Hanım hayatının geri kalanında da maddi ve manevi olarak eğitime hizmet vermeye devam eder. 1994 Şubat'ında hayata veda eden Mediha Tansel yaşadığı evini ve maaşlarından biriktirdiği paraları da Millî Eğitime bağışlar.

Eski taş binanın önünde daha yeni ve modern bir bina yapılmış ve daha sonra ek derslik ile büyütülmüştür. Çok geniş bir bahçesi olmayan okul nezih ortamı ve kaliteli eğitimi ile mahalle sakinlerinin çocuklarının yetiştiği, çocukluklarının geçtiği bir ilkokul olarak eğitime hizmet vermeye devam etmektedir. Okulun arkasındaki küçük sokağa da Turhan ve Mediha Tansel çiftinin anısını yaşatmak için Mektep Sokak isminin yerine onların ismi konuldu.
Bu sokağın diğer ucunda açılan Pırıltı Anaokulu mahalledeki sevimli bir kaç yuvadan biridir. Semtteki eski köşklerin, üç-dört katlı ufak ama geniş bahçeli apartmanların çoğu zamanla yıkılmıştır. Bunlardan korunan bir kaçı anaokulu olarak kullanılmaktadır. Örneğin halen Bilfen tarafından anaokulu olarak kullanılan büyükçe köşk veya daha az dikkat çeken ve daha küçük olan Beyaz Köşk Çocuk evi. Ibak köşkü ise yıkılarak bahçesine yeni bir bina yapılmış, bu binanın yanında bir köşeye aslına uygun hali inşa edilmiştir veya daha doğru bir ifadeyele iliştiriverilmiştir. Yazık ki mahaledeki pek çok diğer köşk bu kadar talihli bile olamamıştır. Bunların yerini çoktan yüksek apartmanlar aldı, şimdilerde ise depreme dayanıklı, içi Avrupa beyaz eşyalarla dolu, akıllı ve dudak uçuklatan fiyatlara rağmen daha inşaat aşamasından kapış kapış giden“residence”ler moda. Tren yolunun diğer tarafına geçtiğimizde korunan ancak arka bahçesine yeni bir bina inşa edilen bir diğer köşk göze çarpar. Bugün Vakko mağazası olarak kullanılan köşk cadde üzerinde mimarisi ile dikkat çekmektedir. Bununla beraber pek çok lüks mağaza ve seçkin restoranlar Bağdat Caddesi üzerinde sıralanmıştır. Tüm bu özellikleriyle yüksek gelirli vatandaşların ve sosyetenin de ilgi odağı olan Bağdat Caddesi’nde son model otomobillere, “komple tikiiz” sloganlarını aratmadan boy gösteren gençlere, kafelerin önüne yığılmış lüks motorsikletlere sıkça rastlamak mümkün. Her haliyle nezih, şık ve pırıl pırıl ola Bağdat Caddesi’nde Suadiye’den Bostancı yönünde ilerlerdiğinizde Çatalçeşme’de bir diğer köşkün önünden geçersiniz. Bu kendi hline terk edilmiş köşk yıkık ve bitap düşmüştür. Bakımsız bahçesi ve nerdeyse dağılmış haliyle köşk içler acısı durumdadır. En kısa zamanda restore edileceğini ümit ederiz. Bu kökün hemen önünde yine korunamamış bir başka eser yer alır: Çatalçeşme. Muslukları söküktür ve üzerinde seçim döneminde kalma yazılar bulunmaktadır. Zaten önünden geçmek mümkün olmadığı gibi, arkasından geçenlerin veya diğer kaldırımda yürüyenlerin eseri farketttikleri şüphelidir. Bir kez daha umuyoruz ki su kültürünün bu önemli yapı taşları layık oldukları ilgi ve itinaya, bizler de gerekli bilince kavuşuruz.

Suadiye’de Bağdat Caddesi’ne paralel uzanan Sahil Yoluna ağaçlı şirin ara sokaklardan inmek mümkündür (Selvili sk, Akasyalı sk, Çınarlı sk... ). Fenerbahçe’den başlayan sahil yolu tüm sahil şeridi boyunca Pendik’e kadar uzanır. Burada yürüyüş, koşu yapanlar; bisiklete binenler, köpeklerini gezdirenler, çimlere uzanıp deniz manzarasının keyfini çıkaranlardan tutun balık avlayanına, uçurtma uçuranına kadar haftasonunu değerendirmek isteyen pek çok insana rastlamak mümkün. Suadiye sahili geçmişinden beri plajı ile beraber anılıyor. Suadiye'de Mabeyinci Sadi Bey'in korusu ve köşkü (simdi yok) yanında acılan plaj (1930'larda) buranın kalabalıklaşmasına katkıda bulunmuş. Sahil yolunun yapılması ve kirlilik nedeniyle yakın zamana kadar kullanılamayan bu plajın şimdi yeniden kullanıma açılması söz konusu. Her ne kadar bugün gittiğinizde yazın sıcağında bunalan Istanbulluların bu yeni plajta ve Caddebostan plajında denize girdiğini görseniz de ben hala adalar manzarasını, yelkenlileri, deniz otobusunu ve ada vapurlarını izlemeke yetiniyorum. Suadiye sahilindeki bir diğer demirbaş ise Suadiye Oteli, Bağdat Caddesi’ne buradan çıkıldığında Zara’nın köşesine varmak mümkün. Bu yol üzerinde yer alan Movieplex sinema merkezi dışında Suadiye’deki alışveriş merkezlerinde bulunan küçük sinema salonlarında da beyazperdeyi takip etmek mümkün. Bunun dışında Caddebostan Kültür Merkezi de sinema salonları, tiyatro salonu, sergileri, kitabevleri ve Hayal Kahvesi ile güzel bir kültür merkezi.

Suadiye’den bahsederken güzel habitatına değinmeden geçmek olmaz. Güzel düzenlemiş bahçeleri, palmiyeler, manolyalar, ıhlamur, çınar, akasya ağaçları, akşamsefaları, ortancalar, güller ile görülmeye değer. Sahilde martılar ve semtin her köşesinde rastlanan mağrur kediler ile uyanık kargalar ise buranın belki de en eski sakinleri. (Burada bir parantez açıp kedi ve kargaların aslında çöpün bulunduğu yerlerde çokça olduğu ve Suadiye’nin kapağı bir türlü kapanmayan çöpleri gerçeğine değinmeden edemiyoruz.) Ama haksızlık olmasın durumu hayvansever mahallelilerin kedi mamaları ile beslediği kedilere ve mahalledeki ceviz ağaçlarının müdavimi kargalara bağlayarak bitirelim nezih semtimizle ilgiliyi yazıyı.


Bağlantılar:
http://www.tmtansel.k12.tr/
http://www.medihatansel.com/
ATAKUL, Cahide, Küçük Muallime Hanım Öğretmen Mediha Tansel, Hayatı ve Hizmetleri, Eylül 1991.

Devamını okumak için...

5 Ağustos 2007 Pazar

Cemil Meriç


“Kimim ben? Hayatını, Türk irfanına adayan, münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi.” Cemil Meriç, Jurnal, 18.6.1974


1916’da Hatay’da doğdu. Ailesi Balkan Savaşı sırasında Yunanistan’dan göçmüştü. Fransız idaresindeki Hayat’da Fransız eğitim sistemi uygulayan Antakya Sultanisi’nde okudu. Tercüme bürosunda çalıştı, ilkokul öğretmenliği ve nahiye müdürlüğü yaptı. 1940’ta İstanbul Üniversitesi’ne girip Fransız Dili ve Edebiyatı öğrenimi gördü. Mükemmel düzeyde Fransız okuyup yazan Meriç, İngilizceyi anlıyor, Arapçayı, kendi ifadesiyle “söküyor”du. Elazığ’da (1942-45) ve İstanbul’da (1952-54) Fansızca öğretmenliği yaptı. 1941’den başlayarak İnsan, Yücel, Gün, Ayın Bibliyografyası dergilerinde yazmaya başladı. İÜ’de okutmanlık yaptı (1946-63) Sosyoloji Bölümü’nde ders verdi (1963-74). 1955’te, gözlerindeki miyopinin artması sonucu görmez oldu, ama olağanüstü çalışma ve üretme temposu düşmedi. Çeşitli dergilerde yazıları yayımlandı. Hisar dergisinde “Fildişi Kuleden” başlığıyla sürekli denemeler yazdı. 1974’te emekli oldu ve yılların birikimini art arda kitaplaştırmaya girişti. 1984’te önce beyin kanaması, ardından felç geçirdi, 13 Haziran 1987’de vefat etti. İlk telif eseri Balzac üzerine küçük bir incelemeydi. Hint Edebiyatı (1964) daha sonra Bir Dünyanın Eşiğinde başlığıyla iki kez daha basıldı. Saint-Simon, İlk Sosyolog İlk Sosyalist, 1967’de çıktı. 1974’ten sonra yayımlanan kitapları şunlardır: Bu Ülke (1974), Umrandan Uygarlığa (1974), Mağaradakiler (1978), Kırk Ambar (1980), Bir Facianın Hikayesi (1981), Işık Doğudan Gelir (1984), Kültürden İrfana (1985).


Balzac’tan yaptığı çevirilerin ilki 1943’te yayımlandı. Fransız edebiyatından yaptığı çevirilerin yanı sıra, Uriel Heyd’in Ziya Gökalp, Türk Milliyetçiliğinin Temelleri (1980), Thornton Wilder’ın Köprüden Düşenler (1981) ve Maxime Rodinson’un Batı’yı Büyülen İslam (1983) adlı eserlerini de Türkçeye kazandırdı. Cemil Meriç’in “Bütün Eserleri” toplu halde basılırken, daha önce yayımlanmamış üç kitabı daha yayımlandı: Jurnal 1 (1992), Jurnal 2 (1993), Sosyoloji Notları ve Konferanslar (1993).

Bağlantılar:

http://www.cemilmeric.net/

Alıntılar:

BiR FACiANIN HiKÂYESi'nden Alıntılar:

"Zavallı sair... Bülbül hamûs, havz tehî, gülistan harab diye inliyordu. Ne bülbül kaldı, ne havz.
Toplum zıvanadan çıkmıs. Cinayet cinayeti kovalıyor. Akıl susmus ve mefhumlar cehennem! Bir raks içinde tepinip duruyor. Sloganlar yönetiyor insanları. İdeolojiler yol gösteren birer harita degil, idrâke giydirilen deli gömlekleri. Aydın dilini yutmus; namlular konusuyor. Bir kıyametin arifesinde miyiz acaba? Dünyayı Seytan mı yönetiyor? Düzeni büyücüler mi bozdu? Bu kördügümü çözecek İskender nerede?"
...
"Yasayıs tarzımız babalarımızınkinden çok baska. Hayatımızı düzenleyen tek faktör: Ekonomi. Üç ayrı yoldan aynı feci akıbete sürükleniyoruz: Entellektüalizasyon, materyalizasyon, egalizasyon.
Entellektüalizasyon: Ruhun inisiyatifin, hürriyetin ve diledigimiz gibi hareket etme kabiliyetinin bir yana itilisi. Karar muhtariyetini kaybettik. Karsılastıgımız her durumda ne yapacagımız önceden belli. Bir emirler ve yasaklar agı ile kusatılmısız. Bir sistemin parçasıyız. Ferde kılavuzluk eden gönül degil, kendi dısında bir kafa. Bir isletmeye giren herkes ruhunu vestiyere bırakıyor. İnsanın gerçekten insan oldugu bir medeniyet sona ermistir artık. Emegin mahiyeti degismistir. Materyalizasyon: Günümüz insanı bir makinadır, daha dogrusu makinanın bir parçasıdır,
Egalizasyon: Yasayıs sekillerimiz bastanbasa yeknesaklasıyor. Çagımızın vebası, bu yeknesaklasma.
Üçü de aynı hastalıgın belirtileri: Rasyonalizasyon (BKZ. Umrandan Uygarlıga, “Çagdas uygarlık düzeyi”)
Degerin biricik temeli, biricik ölçüsü: Servet. Tek mertebeler dizisi var: Gelire ve sermayeye dayanan hiyerarsi. Deger adına ne varsa, büyüsünü kaybetti. Daha dogrusu, tek hikmet-i vücudu kaldı: Para kazanmak. Malı mülkü olmayan hiçtir. Aydın, hatırı sayılır geliri varsa itibar görür. Eskiden servetin kaynagı siyasi idi. Siyasi nüfuzunuz varsa, servetiniz de vardı. Bugün paranız varsa nüfuzunuz da var. Paranın kaynagı: İktisat. Seçkinler, is hayatına akıl erdirenlerdir. Para babaları ile siyasi sefler sarmas-dolas. Ülkeleri yönetenler, servet sahipleri: Sarraflar, bankerler, bezirgânlar veya sanayiciler"
...
"Devlet, iktisadi çıkarların savunucusu. Hükümet seklinin fazla önemi yok. Demokrasi dedigimiz, sınıflar arasındaki uzlasmanın kanunilesmesi. Savasın amacı da: Ya maddî çıkarları korumak yahut yeni kazançlar saglamak.Düsman: Yoksul kalabalık. Kalabalıgın her mel'ânete basvurması kabil, onun için dikkatle denetlenmesi sart. Ortak bir suur yok artık. Herkesin konustugu dil baska. Hırsızlarla dolu bir panayırdayız. Bezirgânlar mallarını sürmek için sesleri çıktıgı kadar bagırıyorlar. Tam bir yaygara. Oysa medeniyet üslûp demektir."
...
"Anarsist, ütüyopyalarını ballandıra ballandıra anlatırken irkiliyoruz. Ama düsmanlarını elestirir, kurulu düzenin savunucularını yererken, hükümlerinin çok yerinde oldugunu kabul ediyoruz."
...
"Geçen asrın sonlarında bir Fransız hukukçusu söyle yazıyordu: “Bugün basrolde üç aktör var: parababası, politikacı, anarsist. Makinalasan realite, gemi azıya alan üretim, politikacı ile is adamını eritti; artık güçleri sadece görünüste. Modern dünya belli bir insan tipi doguruyor hep, Janus'a benzeyen bir insan: bir yüzü ile robot, bir yüzü ile manda! Reklâmın ve propagandanın biçimlendirdigi, Pavlov'un köpekleri gibi sartlı reflekslerle harekete geçen bu insan karsısında isyan ediyor anarsist. Ve öfke ile haykırıyor çagdaslarına: “Ol veya öl.” İnsan, hürriyetini bir an önce elde edemezse, baskının pençesinde uçuruma sürüklenecektir. 1888'de İspanyol anarsistleri, Valence'deki bir toplantıda söyle diyorlardı: “Toplum boyun egerse ne âlâ. Cana kıymamıza lüzum kalmaz. Karsı koymakta direnirlerse, serrin ve rezaletin kökünü kazımak lâzım, ama hepimiz ölecekmisiz, ölelim.”"
...
" Toplumda daha az yetenekli, daha az kurnaz, daha az güçlü olan, kuvvetli tarafından ya mahvedilir, ya kölelestirilir."
...
"Anarsist doktrinlerin üzerinde birlestikleri bir baska nokta: Üretim ve emegin kendiliginden düzenlenecegine inanısları. Onlar da Fourier gibi her seyin (çekim sayesinde) tıkır tıkır isleyecegini söylerler. Bir kelimeyle hepside iyimserdir."
...
"Düsüncenin de, eylemin de esiginde abes var. Belki karısık, belki müphem. Ama kesin bir duygu. Uzak, ama mevcud. Bir beklenmedik duygu, bir yolun dönemecinde veya bir lokantanın aralıgında içinize çöker. Ani ve rezil bir duygu. Birden yakalayıverir sizi. Ve bütün hayatınızı degistirir. Size mahsus bir tecrübe. Baskasına aktaramazsınız.
Uyanıs, tramvay, dört saat çalısma, yemek, tramvay, dört saat çalısma, yemek, sonra uyku ve Pazartesi, Salı, Çarsamba, Persembe, Cuma ve Cumartesi aynı yeknesaklık.
Umumiyetle sıkılmadan yaparız bu yolculugu. Jestlerimizin otomatizmi de, gündelik hayatın dıs ritmine uyar. Anlamsızlık, yalnız dısımızda degil, içimizdedir de."
...
"Bu anlasılmaz dünya, bu saçma sapan gündelik hayat, ölümle sona erecek olan bu sessiz komedi karsısında, suur... Suur uyanıncaya kadar gayet tabii ve rahat olarak yasanan gündelik hayat. Birdenbire sıkıcı ve mide bulandırıcı olmaga baslar. Çünkü suur, hayatın otomatik ritmi ile kaynasmısken, bu ahenk bozuluverir. Sasırır insan. Ben ki suurum, nasıl olmus da kendi dısımda bir varlıkla kaynasabilmisim? Suur ayrılır ve islemege baslar. Anlarız ki suur, tek güzel sey. Çünkü her sey suurla baslar, her seyin degerini yapan suurdur. Bir yanda suur, ötede irrasyonel. İzlenecek üç yol var:
1 - Hayatın manası yoksa öldürürüm kendimi. Ama kimsenin kendini öldürdügü yok. İntihar bir çözüm degil, çünkü suuru hesaba katmıyor. Abes, suurdan dogmustur ve bir hakikat olarak yasamalıdır.
2 - İkinci yol, ümid. Suurun önünde abes duvarı var. Suur yeni bir hayat arar. Bu dünyanın anahtarı olan baska bir dünya hayali ile yasar. Bir gün her sey aydınlanacaktır. Daha simdiden her seyin bir hikmet-i vücudu oldugu düsünülebilir. İman söz konusudur. Camus burada teselli metafiziklerini tahlil eder.
3 - Gerçek çözüm yolu: İsyandır. Uyusuklugu red etmek ve suurdan yana olmak kahramanca bir çözüm. İsyan abes'e yönelis, abese bakıs, suuru abese fırlatıstır. Yasamak, abesi yasatmaktır. İsyanın kaynagı gurur degil, suurdur. Evet, isyan dünyayı alt eder, ama ümidsizdir, çünkü mutlak bir ölüm düsüncesinden dogar, isyanla suur ölümsüzlesmez."
...
"hürriyet bayragı altındaki esir kampları insan sevgisi adına veya insan üstü ugruna islenen katliamlar muhakemeyi bir mânâda alt üst ediyor. Cinayet suçsuzluk postuna bürününce (zamanımıza mahsus garib bir terslik), suçsuzluk kendini savunmak zorundadır."
...
"Peki, elinizi kolunuzu baglasanız, o zaman da baskalarının öldürülmesine rıza göstermis olmıyacak mısınız? Tek hürriyetiniz var; insanların mükemmel olmadıgından yakınmak."
...
"siddet, tarihin hiçbir döneminde çagımızdaki kadar yüçeltilmemistir."
...
"“Çok acı, daha dogrusu çok ayıp... Bombalar patlar ve günahsız insanlar göz göre göre öldürülür veya sakatlanırken gazetelerdeki iri baslıklar ve haber bültenlerine öylesine alıstık ki, kılımız bile kıpırdamıyor artık. Birbirini kovalayan her saldırıdan sonra içimizden yükselen öfke çabucak kaybediyor etkisini.” (Anthony) Tony Burton"
...
"Asya’nın çöküsü diye bir mesele yok. Avrupa’nın uyanısı diye bir harika var: Batı olayı,"
...
"... Avrupa'nın yayılması korkunç oldu: bütün Afrika'yı, Okyanusya'yı, Güney Asya'nın tümünü ele geçirdi Avrupa. Haritaya bir göz atın. Fransa’nın, İngiltere'nin, Hollanda'nın, Belçika'nın, Almanya'nın sömürgelestirdigi uçsuz bucaksız topraklar görürsünüz."
...
"Rusya Avrupa'nın gözünde egzotik ve Asyalı olmaktan kurtulamamıstır bir türlü. Kurtulamamıstır çünkü Ortodoks’tur. Ortodoks demek, Bizans'a yakın demek. Batı Avrupa milletlerinden çok, Balkan kavimleriyle akraba... Bu yüzden de, Avrupa'nın dısında tutulmaya mahkûm."
...

Yorumlar:

zarka:
Henüz kitaplarina baslamadan once Cemil Meriç ile ilgili okudugum yorumlarda dikkatimi ceken yazarin yuceltilmesi oldu. Genel olarak "Ustat" diye bahsedilmesi, duyulan saygi belki normal karsilanabilir ancak bir dusunurun, bir yazarin kutsallastirilmasinda hep soguk bakarim. ne de olsa fikirleri vardir, bu fikirler degerlidir ama mutlak ve tek dogru olmadiklari gibi okur dusunurden farkli hatta zit bir yaklasima sahip olabilir, kimi tespitlerini yerinde bulurken digerlerine katilmayabilir.
Bunlar sanirim cogunlugunda katilacagi noktalar. Cemil Meric okumaya basladiktan sonra beni en cok etkileyen seylerden biri bir konu ile ilgili farkli yaklasimlari ayni anda sunmasi oldu, iste fikir iscisi ile kastedilen.
Onu okudukca ona verilen degeri anlamak mumkun oluyor. Cemil Meric'i okurken genelde tarihi, dusuncenin gelisimini ve ozelde kendi dusunce tarihimizi, gecirdigimiz asamalari ve en onemlisi bunlarin bize etkilerini gormek mumkun oluyor. Onu okudukca kendimi biraz daha iyi taniyor ve anliyorum. Bir dusunur yazdiklariyla size bu hissi verdiginde, duydugunuz saygi ayni zamanda bir minnettarliga donusuyor. Artik o sadece bir zamanlar yasamis bir yazar degil, su anda size destek olan, dertlerinizi dinleyen, anlayan ve size sizi anlatan bir dost, danisip guvenebileceginiz bir buyuk, bir "Ustad"tir.
Su asamada Cemil Meric’e „Ustad“ demeyi kendi acimdan yine de iddali buluyorum. Cunku dusuncenin bu boyutuna gecebilmis birine „ustad“ diyebilmek icin onu hem cok okumak hem de anlayarak okumak gerekir. Yazdiklari sifre iceren mesajlar gibi bu noktada okuyucunun derinligi, bilgisi onem kazaniyor. Bu noktada evet „ustad“tan cok sey ogreniyorum ancak onun „ogrencisi“ oldugumu soylemek fazla iddali. Ama bu bir bahane degil olmamali da. Cemil Meric’i okumak sanirim hepimizin vazifesi/borcu. Bugun begenemiyorsak yasadiklarimizi ve sikayetcisi/yabancisi isek kendimizin, bir eksikler hissediyorsak sanirim bu birazda Cemil Meric oku(ya)mamaktan kaynaklaniyor. Dusunce dunyamizin temel taslarindan biri oldugunu dusunuyorum, goruslerini katilip/katilmamak gibi bir sey zaten soz konusu degil, cunku dikte ettigi bir soylemi yok. Onu okuyarak dusunmeyi ogrenmek mumkun, uzak kaldigimiz -uzak kaldigimizi icin geri kaldigimiz- dusunceyi.

redcycle: arkadaslar,cemil meric okurken anlamadığım kelimeler oluyor haliyle.. bunun icin iyi bir sozluk önerebilecek olan var mı?
zarka:
simdilik internet uzerinden idare edebilecegin iki kaynak:

http://www.osmanlicaturkce.com/

http://www.ebrulisozluk.net/

ama kutuphanemiz icin iyi bir sozluk de edinmek iyi olur tabii.bir de "bir facianin hikayesi"ne internetten ulasmak icin:

http://rapidshare.com/files/21223924/cemil_meric_bir_facianin_hikayesi_.rar


Devamını okumak için...