16 Aralık 2007 Pazar

Bayazıt


Şehir tiyatrolarında sezonun yeni oyunlarından biri olan Bayazıt batılı gözüyle Osmanlı sarayı konulu.
Sarayı entrikadan ayrı düşünemeyen batılı aynı zamanda doğunun aşka karşı duruşunun asaletine hayran olmakla beraber anlamlandıramadığı bu yüce adanmışlığı, canan için candan vazgeçişi mantıklı bir çerçeveye pek oturtamaz.

Buna rağmen saygılı bir yaklşımla sadece rzu ve çıkarlara dayanmayan bir aşkı tasvire etmek ister. İşte Bayazıt bir ayağı batıda, bir ayağı doğuda, bir ayağı sarayda olan bir aşk üçgenini konu alır.
Dekor, kostümler ve makyaj son derece güzel ve incelikle çalışılmış. Tek sahnelik bir oyun olan eserde oyuncuların performansı çok etkili.

Yöneten : BAŞAR SABUNCU
Çeviren : BAŞAR SABUNCU
Oynayanlar : AHMET ÖZASLAN , CAN BAŞAK , HÜMAY GÜLDAĞ , IŞIL ZEYNEP KARAALP , MEHMET AVDAN , ŞEBNEM KÖSTEM , YONCA İNAL
Sahne Tasarımı : BAŞAR SABUNCU
Kostüm Tasarımı : CANAN GÖKNİL
Işık Tasarımı : İLHAN ÖREN
Müzik Yönetmeni : FERİDUN ERGÜN
Yönetmen Yardımcısı : AHMET HÜN-YONCA İNAL
Asistan :
Dekor Asistanı :
MURAT BAĞDAT SEFERINE ÇıKARKEN YÖNETIMI ROKSAN'A BıRAKMıŞ, ROKSAN MURAT'ıN KARDEŞI ŞEHZADE BAYAZıT'A ÂŞıK OLMUŞTUR. BAYAZıT MURAT TARAFıNDAN ÖLDÜRÜLECEĞINDEN KORKAR; ROKSAN'ı SEVER GÖRÜNÜR AMA BIRLIKTE BÜYÜDÜĞÜ ATIYE ILE AŞK YAŞAMAKTADıR. SARAYDA KALAN AHMET PLAN YAPAR: MURAT İSTANBUL'A GELMEDEN BAYAZıT ROKSAN ILE EVLENMELI VE TAHTA ÇıKMALıDıR. KARDEŞLER ARASı IKTIDAR MÜCADELESI AŞK ILE IÇ IÇE GELIŞIR.

Devamını okumak için...

11 Aralık 2007 Salı

Üç Kızkardeş


Rusya.
1900'ün başı.
Üç kızkardeş ve erkek kardeşleri Andrei'den oluşan bir Rus ailesinin yaşadıkları.

Zaman, coğrafya ve kültür ekseninde bizden bu kadar uzakta olan hayatlar ile bir kesişimimiz olabilir mi?


Düşünmeden edemiyor insan: Nedir tiyatro?
Gülen-ağlayan maskeler ardına gizlenmiş oyuncuların sergiledikleri mi, maskeler ardında gizleye durduğumuz duyguları gözlemlediğimiz bir mizansen mi?

Ümit, sevinç, heyecan ve hayal ile açılan perde, bıkkınlık, hayal kırıklığı, aladatılma, aldatma ve aldanma -hepsi bir ya-, hayatı sorgulama ile dalgalanıyor. Bir de görüyor ki oyuncu bir zamanar burnunu kıvırdıgına razı olabiliyor, ve bu tutunaverdiği son dalda elinden kayıp gidebiliyor. Her hikayenin sonu böyle hüzün mü olmalı?

Tabii ki hayır. Ne var ki büyük düşlerle çıkılan yollardan bazılarının çıkmaz oluşu, düşlerin gerçeklet dünyasında yansımasını her zaman bulamaması çoğumuzun da yaşadığı bir kaçınılmazlık sanki.

İşte Üç Kızkardeş'te Anton Çehov'un anlattığı yaşanmamış hikaye bizi kendimizle yüzleştirmekte. Eser Nikita Milivojevic'in yönetimi ve Aslı İçözü, Bennu Yıldırımlar, Yeliz Gerçek ve diğer oyuncuların performansıyla son derece etkileyici bir şekilde İstanbul Şehir Tiyatroları'nda seyirciyle buluşmakta. Yönetmenin ifadesiyle "Cehov'un şifreli mesajına yeniden bakmak, kendini onda yeniden bulup sonsuzluk içide devinirken tanımak" isteyenler bu oyunu izlemeli.

Üç Kızkardeş Rus yazar Anton Çehov'un 1900 yılında yazdığı tiyatro oyunu. İlk olarak 1901 yılında sahnelenmiştir.

Oyun, Rusya'da ayrıcalıklı sınıfa ait bir ailenin değişen koşullar ve yeni değerler karşısında yaşadığı çelişkiler ve bireysel çöküşler üzerine kuruludur. Aile üyelerinin geçmişleri ve özlemleri ön plandadır; Olga, Masha ve Irina ile abileri Andrei, Prozorov'ların temsilcileridir.

Karakterler
Prozorovlar
Olga - Ailenin en büyüğü.
Masha - Kulygin ile evli.
Irina - En küçük kardeş.
Andrei Sergeiyevitch Prozorov - Olga, Masha ve Irina'nın abisi.
Natalia Ivanovna (Natasha) - Andrei'in eşi

Askerler
Alexander Ignateyevitch Vershinin - Yarbay. Ailenin eski bir tanıdığı. Masha ile bir ilişkiye başlar ancak kısa süre sonra bölüğüyle birlikte ayrılmak zorunda kalır.
Baron Nikolai Lvovitch Tuzenbach - Üst teğmen. Irina'ya aşık.
Vassily Vassilyevitch Solyony - Yüzbaşı. Irina'ya aşık. Sosyal anlamda uyumsuz bir karaktere sahiptir.
Ivan Romanovitch Chebutikin - Orduda doktor. 60 yaşında.
Alexei Petrovitch Fedotik - Teğmen. Eve sıkça gelmekte ve Irina'ya hediyeler getirmektedir.
Vladimir Carlovitch Rode - Teğmen. Fedotik'in arkadaşı.

Diğerleri
Fyodor Ilyitch Kulygin - Masha'nın kocası. Lise öğretmeni.
Ferapont - İşitme kaybı olan yaşlı bir kapıcı.
Anfisa - Ailenin bakıcısı. 80 yaşında.

~~~~~~~~~~~~

Yazan : ANTON ÇEHOV
Yöneten : NİKİTA MİLİVOJEVİÇ
Çeviren : ATAOL BEHRAMOĞLU
Oynayanlar : AHHAN ŞENER , ASLI İÇÖZÜ , AYŞEGÜL DEVRIM , BENNU YILDIRIMLAR , CAN ERTUĞRUL , CENGIZ TANGÖR , HALDUN ERGÜVENÇ , HÜSEYIN KÖROĞLU , İBRAHİM GÜNDOĞAN , OZAN GÖZEL , ÖZGE ÖZDER , S.BORA SEÇKIN , TURGUT ARSEVEN , YELİZ GERÇEK , YIĞIT SERTDEMIR , ZEKI YILDIRIM
Sahne Tasarımı : M.NURULLAH TUNCER
Kostüm Tasarımı : DUYGU TÜRKEKUL
Işık Tasarımı : MAHMUT ÖZDEMİR
Müzik Yönetmeni : ERSİN AŞAR
Yönetmen Yardımcısı : BİLGE EMİN-HÜMA OYLUPINAR-İREM ARSLAN
Asistan : ALİ MERT YAVUZCAN-C.AHHAN ŞENER


Devamını okumak için...

26 Kasım 2007 Pazartesi

iletişim

Bir semineri daha sizlerle paylaşmak üzere oturdum klavyenin başına. Bu seferki gerçekten çok etkileyici idi. Bunun sebebi “iletişim” gibi bir konuyu insanın özelliklerine, beyin yapısına inecek kadar temel bir şekilde ele alması ve tabii ki eğitmenin neşeli atmosfer oluşturmadaki başarısında gizli olsa gerek.


iletişim kurmak amacıyla yola çıktığımızda ifadelerin uzun bir yolculuk yaptıklarını ve yolcuğun her durağında biraz değiştiklerini görüyoruz: vermek istediğimiz mesaj, onu ifade şeklimiz yani söylediğimiz, karşımızdakinin duyduğu ve sonuçta duyduklarından onun çıkardığı mesaj. ilkiyle sonuncusu nedense nadiren birbirini tuturuyor :)

İletişimin temelde 4 yüzü var:

1- İçerik: Kısaca söylediklerimiz, dile getirdiklerimiz. Örneğin, bir adamın eşine “Anahtarlarımı yine nereye kaldırdın?” demesi.
2- Kendini ifade: Verilen bilgi içinde aslında veren kişiye ait ip uçları da bulunmaktadır. Bu örnekte adamın işinin muhtemelen acele olması gibi.
3- İlişki: Gönderici ve alıcı arasındaki ilişki, onların geçmişleri ile ilgili ipuçları taşıyabilir. Bu örnekte “yine” denmesi gibi.
4- Mesaj: Alıcıyı harekete geçirmeyei hedefleyen mesaj. Bu örnekte muhtemel “ Hadi kalk anahtarımı bul yoksa geç kalacağım.” mesajı gibi.
Şimdi belirtmeden geçemeyeceğim örnek eğitmenin seminer notlarından, bana kalırsa bu durumda adama verilecek cevap: “Anahtarlarına sahip çık”tan ibaret. Ama ne muhteşem iletişim örneğiyim :)

Sözlü ve Sözsüz olmak üzere iletişimi ikiye ayırmak mümkün. Birincisi açık, ikincisi beden dili (mimik, bakış, vücudun duruşu) ve mekan içinde bedenin dili (mesafa (mümkünse 90cm-1 metreden yakın olmamalı), mekan içinde hareket) olarak özetlenebilir.

İletişimin %20si içerik, %80 bağlantı/ilişki düzeyinde gerçekleşiyor. Bu %80 mutluk, başarı, hüzün, kızgınlık, kıskançlık, aşk, nefret, şans, korku, ilgi, hasret gibi duygusal öğeleri içeriyor ve aslında her nekadar mantıklı sebeplerle açıklayabilsek de verdiğimiz kararları piramitin tabanını olşturan bu yüzde seksene göre vermekteyiz.

İletişimde ilginç bir istatistik, karşımızdakine ilettiğimiz tüm mesajtan ve söylenenlerden onun algıladıklarından sadece %7si kelimeler, geri kalan %38i ses tonu ve %55 beden dili oluşturuyor! Yani boşuna fazla çene yormamalı, bir bakış yeter :)

Evet arkadaşlar beynimiz negatifi algılamıyor. Mesela eğer size “pembe benekli bir fil düşünmeyin” dersem, beliki ömrü hayatınızda hiç düşünmeyeceğiniz bu imaj bir anda karşınızda hortlar. Aynı şekilde küçük bir duvarın üstüne çıkan çocuğuna “Sakın düşme” diyen anne daha cümlesini bitirir bitirmez çocuk düşer, anne de “ben dememiş miydim?” diye azarlayadurur çocuğu. Neymiş, negatif cümle kurmuyor, negatif düşünmüyormuşuz, eğer gerçekten olmasını istemiyorsak.

Gözler ah o gözler asla yalan söylemez. Nörolojik araştırmalar, yatay ve dikey göz hareketlerinin, beynimizin farklı bölgesel etkinlikleri ile sistematik bir ilişki içerisinde olduğunu kanıtlamış. Bilincimiz, temsil sistemimiz tarafından kodlanan bilgiye erişmeye çalışırken, bilinçdışı kısa göz hareketlerine neden oluyor.

Geçmişimizden bir hatırayı, zihnimizde görsel olarak canlandırırken, gözlerimiz sol–yukarı yönünde bakma, daha önce hiç görmediğimiz bir şeyin görüntüsünü tasarlarken ise, sağ–yukarı bakma eğilimi gösterir. Buna kurguladığımız ve kurgunun bir çeşiti olan yalan söylediğimiz (!) zamanlarda dahil.

Sesler hatırladığımızda, gözler sol–yana doğru bakma, sesler tasarlarken ise, sağ–yana bakma eğilimi gösterir.
Duygu veya hislere erişmeye çalıştığımızda, gözler sağ–aşağıya bakma eğilimi gösterir.
İç diyaloglar esnasında, gözler sol–aşağıya bakma eğilimi gösterir.

Göz bebeklerinin büyümesi ve kişinin odaklanmamış bir şekilde ileriye bakması da zihninde resimler canlandırdığına, yani görsel erişime işarettir.
Önemli not: solaklarda durum tam tersi, masumca hatıralarını anımsamaya çalışan bir sloagi lütfen yalan söylemekle itham etmeyelim :)

Gelelim muhteşem organımıza: BEYIN.

Beyinin sağ ve sol tarafı farklı işlevler görmekte ve çalışma yoğunluklara kişilere göre farklılık gösteriyor. Bunun tespiti kolay, eğer aşağıdaki lekelerin içinde gizli figürleri görebiliyorsanız sağ beyniniz formunda:




İpucu her iki resimde de ortada gayet büyük birer figür var.

Gelelim kadınlarla, erkekler arasındaki farklara. Resimleri inceleyiince siz de net olarak göreceksiniz erkekler de bir iki noktası o da zaman zaman çalışan beyin kadınlarda aralıksız tam kadro mesai yapmakta. Eee gelsin de erkekler çözsün şu kadınları ne mümkün :)

Şaka şaka, erkek okuyuculara biraz takılıyorum hepsi bu.

Duygular:
Erkekte sağ beyinde iki merkez duygular aktif olduğunda harekete geçiyor. Bir kortex dediğimiz ön kısımda diğer iç güdü ve temel verilerin bulunduğu arka kısımda. Aşırı stes altında erkek sadece sol beyini ile veya ağırlıklı olarak sol beyni ile düşünerek duygularına hakim olabiliyor ve daha soğukkanlı davranıyor. Bu nedenle kurtarma ekibi, itfaiye gibi görevlerde çalışan kişiler genelde erkek. Tabii hepsinin istisnaları mevcur. Kadında ise duygular söz konusu alduğunda tüm beyin son derece aktif. Zaten ortalama olarak kadınlarda sol ve sağ beyin arasındaki iletişim erkeklerden %30 daha fazla.


Kelimeler:
Erkekler için kelimelerin gerçek manalrı önemli, bunun nedeni sadece sol tarafta iki merkezden algılamaları. Kadınlar ise kelimelerin gerçek anlamları kadar ve belki de daha fazla duygusal anlamlarına önem vermekteler.


Dil:
Konuşmaya gelince erkeklerde tam bir merkez tespit edilememiş yalnız genel olarak sol taraf aktif, yani yine rasyonal düşünüyorlar ve verilere dayalı, belli bir mantıkla kendilerini ifade ediyor. Dolayısıyla genlde çok fazla konuşmayı tercih etmiyorlar. Kadınlarda ise her iki yarıda birer merkez mevcut, sol taraftaki daha büyük olmakla beraber sağ taraftada bir merkez var. Konuşmalarına mantığın yanında duygu ve yaratıcılıklarını da katıyorlar. Aynı zamanda hem konusma hem de duyma fonksiyonları aktif. Burada hanımlara bir tavsiye: Beyindeki bu farklı çalışma eğiiiminden dolayı beylerin sözünü kesmeyin, bırakın sözlerini söylesinler. Başlarda anlamsız gelse de sonuçta mantık çerçevesinde konuşmalarını tamamlayacaklardır. :)




Tüm bunların yanında kadınlarda erkeksi özellikler bulunabildiği gibi erkeklerde de kadınsı özellikler bulunabiliyor, ki bu çeşitlilik hiçte fena değil. Çünkü kadınsı özellikleri de olan erkekler iletişimde daha başarılı olurken, erkeksi yanları olan kadınlar kariyerlerinde daha hızlı yol alabiliyorlar.

Kariyer ve kadın konusunu fırsat bilip, yine müsadenizle seminerde anatılanların dışına çıkarak kadının kariyerinde başarılı olmasının 3 altın anahtarını vermek istiyorum: Kadın gibi görünmek, erkek gibi davranmak ve köğek gibi çalışmak. Hepsi bu :)
Devamını okumak için...

16 Kasım 2007 Cuma

Sahnedeki İrlandalılar

İrlandalı yazar Martin McDonagh’ın devlet tiyatrolarında sahnelenen üç oyunu: “Leenane’nin Güzellik Kraliçesi”, “İnishmaan’nın Sakatı” ve “İnishmore’lu Yüzbaşı” ile ilgili yorumlar ve yazar hakkında bilgi ile perdenin arkasından İrlanda’ya uzanan bir bakış...

Leenane’nin Güzellik Kraliçesi
Nedir bu? Dram, komedi, şiddet, hepsi, hiçbiri belki de sadece sıradan günler İrlanda’dan...
Yaşlı ve “acuze” annesine bakan bir kadının hayatından bir kesit, hem de hayatının en can acıtı yerinden. Bir sürü tramva var, İrlanda’nın geçirmekte olduğu toplumsal sarsıntı, işsizlik dolayısıyla fakirlik, insanlar arasındaki mücadele, nefret, acıma, sevgi, yalnızlık... Sormadan edemiyor insan gundelik hayatın böyle olduğu bir yerde deli olmamak ne mümkün?

Yine mizah, yine kendinden emin bir alaya alma, yine kahkaha ama bu sefer parçalı bulutlu havada ara ara görünen güneş gibi seyrek. Daha çok kara bulutlar, gök gürültüsü ve şimşek, bir anda tüm gerçekleri aydınlatıp apaçık gözler önüne seren şimşek, özetle fırtına, üstelik tam da bir dinginliğin, İrlanda’nın yeşillerinin ve dingimliğinin ortasında bir fırtına tasvir edilen.
Sumru Yavrucuk’un performansı ile ödül aldığı oyunda, Rüçhan Çalışkur’un oyunculuğu da ayakta alkışlanmaya değer. Tabii burada oyundaki iki jönü, Hakkı Ergök, Yurdaer Okur, saymadan geçmek haksızlık olur. Özellikle Pato’nun kardeşi rolüyle kilise ayinini masaya çıkıp danse ederek tamamlayan Yurdaer Okur zaten alkışlarını o anda aldı.
Yazar McDonagh Adan adalarinin her biri icin bir eser yazarak bir ucleme yapmis, buyumedigi ve hayatinin cogunu orada gecirmedigi halde ne kadar ozumsemis ne kadar ruhunda hissetmis ki bir cok eser yazmis Irlanda icin ve köklü İrlanda tiyatrosu geleneğinin son güçlü yazarı olarak dünyaca ünlenmis. 16 yasinda koleji terk eden, anne ve babasi Irlanda’ya dondukten sonrada abisiyle Londra’da kalan yazar issiz gecen on yil, BBC tarafindan kabul edilmeyen 22 radyo oyunundan sonra sekiz günde yazdığı “Leenane’nin Güzelik Kraliçesi”nin (The Beauty Queen of Leenane) 1996 yılında Dublin’de sahnelenmesi ile ilk ana başarısını elde ediyor. Bu oyun, yazarına art arda ödüller kazandırmış. Aynı zamanda bu eser bir Irlanda uclemesinin ilki olmuştur.

İnishmaan’in sakati veya the cripple of inishmaan...

Yer: İnishmaan adası, İrlanda’nin orta bati kiyilarindaki Adan adalari olarak adlandirilan uc adadan biri.
Yil: 1934. Inishmaan icin anlami komsu ve buyuk ada olan Inishmore’da Hollywood yönetmeni Robert Flaherty bir film cekmeye gelmis olmasi. Insan ve doganin mucadelesini anlatan belgeselleriyle dunya capinda unlu Robert Flatherty yine dunya capinda cok ilgi ve begeni toplayan “Man of Aran”i iste bu adada cekmistir.

Eser bir kesit hayattan... E hayattan bir kesit hem dile getirilisi kadar basit hem de akla getirdikleri kadar karmasik tabii. Sevgiler, dusler, yalanlar, zorluklar, sirdanliklar, heyecanlar, fedakarliklar, acimasizliklar, umitler, bilinenler, bilinmeyenler, zorbaliklar, asklar, unutuslar, unutamayislar... Uzar gider liste. Iste ufak bir adadaki, “ve aslinda hic de kotu bir yer olmasa gerek” dedirtten İrlanda’nin ufak bir adasindaki bir avuc insanin icten, samimi, oldugu gibi hayatlarindan bir kesit.
Oyunu bu kadar etkileyici yapan onemli bir faktorde tabii ki oyuncularin eserin ruhunu yakalamis olmalari ve icten, samimi olarak rollerini benimsemis halleri. Bu oyuncularin arasinda tiyatroya yillarinin ayirmis olanlarla birlikte -bas karakter dahil- profesyonel tiyatro hayatina ilk adimlarini atanlarin oldugunu ogrenince duydugum hayranlik daha da artti. Zaten bu başarılarıyla eser ve oyuncular 11. Afife Jale Tiyatro Ödülleri'nden dördüne layık görüldüler.

Bunun yaninda oyunu ceviren ve yöneten Ahmet Levendoglu’nun cabalari da oyunun basarisinda onemli bir baska faktor. Irlanda ingilizcesinin kendine ozgu tarzini yok etmeden ve dildeki akiskanligi kaybetmeden Türkce’ye cevirmek icin verdigi buyuk ugrasa degmis.
Ozetle gitmek icin ilk firsatin degerlendirilmesi gereken bir eser. Bir de onemli bir ipucu oyuna giderken yaniniza en sevdiginiz sekerlemeden bir avuc aliverin!

Inishmore'un Yüzbaşısı (Kedi)
Mc Donagh’ın Aran Adaları Üçlemesi’nin ilki “İnishmaan’ın sakatı” idi. “Inishmore’lu Yüzbaşı” ise bu üçlemenin ikincisi. Konu ayrılıkçı IRA örgütü ve bu örgütün bile bünyesinde barındıramakta zorlandığı kadar kaçık olan bir İrlandalı ve bu İrlandalı’nın hayatındaki vazgeçilmez sevdaları: İrlanda’nın özgürlük savaşı ve kedisi Arap! İlginç olan ikincisine duyulan sevginin büyüklüğü. “Terörist”, “sadist” dediğimiz birinin bir kediye duyduğu sevgi ve verdiği önem bize sorgulatıyor peki şiddet nedir?

Oyunu yorumlayan Van tiyatrosu her nedense İrlanda’dan ve IRA’dan kopup İtalya’ya ve mafyaya konmayı tercih etmişler, şirin İtalyanca şarkılarla oyuna yeşil, kırmızı, beyaz bir sevimlilik katmışlar. Ne de olsa konu şiddet veya sevginin şiddeti olunca kaynağının hangi örgüt olduğu bir yan tema olarak kalıyor diye düşünmüşler anlaşılan bir de parantez açıp oyunun adına “Kedi” demişler.
Her ne kadar Mc Donagh’ın Inishmore’unda olmasakta karakterler hala Aran adasından gelmişliğin sergüzeştliği, rahatlığı, hatta belki bayalığı ama mutlak sempatikliği ve saflığı ile karşımızda.

Oyuncuları arasında bir de kedi yer alan eserin sonunda bu özel konuğa hiçbir zarar verilmediği özellikle belirtiliyor. Ne de olsa orjinali ilk sahne aldığında hayvan severler tarafından eleştirilmişti.

Tarantino filmlerindeki hortumla bahçe sular gibi fışkıran kan sahneleri olmasa da tiyatronun el verdiğince şiddete yer vemiş eser ama gözünüz korkması kaılcı bir alay ile eğlenerek ve ğlendirerek yapmış bunu.
Van tiyatrosu bir daha İstanbul’!a geldiğinde veya yolunuz düşer de Van’a gittiğinizde :) yani elinize geçen ilk fırsatta bu neşeli, hareketli ve şiddetli oyunu izleyin mutlaka!

Martin McDonagh

Martin McDonagh (doğum 26 Mart 1970) modern bir Anglo-İrlandalı oyun yazarıdır. İrlandalı bir ailenin çocuğu olarak Camberwell, Londra’da dünyaya gelmiştir. Annesi (aslen Killeenduff, Easky, County Sligo’ludur) ve Babası (aslen Lettermullen, Connemara, County Galway’lidir), Martin ve erkek kardeşini (senaryo yazarı Michael McDonagh) Londra’da bırakarak daha sonra Galway’e geri dönmüşlerdir. Martin burada 16 yaşında işsizlik yardımı almaya başlamıştır.

McDonagh yaz aylarında Galway’e yaptığı ziyaretler sırasında, batı İrlanda’da konuşulan İngilizcenin ilginç lehçelerine aşina olmuştur, daha sonra bu lehçeleri oyunlarında kullanmıştır. Ülkede konuşulan kaba dili, ilkel sembolojiyi ve kara mizahı ironili bir biçimde bir araya getirmesi John Millington Synga’nın yapıtları ve Harold Pinter, David Mamet’in oyunları ve İngiliz televizyon komedisi ile kendine özgü bir kaynaşmayı temsil etmektedir.

1996 yılında En Çok Gelecek Vaadeden Oyun Yazarı dalında, Londra Tiyatro Eleştirmenleri Birliği (London Critics’ Circle Theatre) Ödülünü almıştır.

Bugüne kadar iki tane kara komedi üçlemesi geliştirmiştir, bunlardan bir tanesi Galway üçlemesi bir diğer ise Aran Adaları üçlemesidir, her iki üçleme de Galway’de bulunan Druid Theatre Company tarafından sahnelenmiş ve ayrıca radyo tiyatrolarında da sergilenmiştir.

Kimileri onun eserlerini eşsiz bulsa da, etkileri ve nüansları McDonagh’ın eserlerinde, özellikle Leeanane’nin Güzellik Kraliçesi, son derece aşikâr olan Amerikalı yazarlar Beth Henley’e ve Sam Shepard’a minnet borçludur.

2006 yılının Mart ayında, kendisinin yazıp yönettiği Six Shooter ile En İyi Kısa Metrajlı Film dalında Oscar ödülü aldı.

Leenane Üçlemesi
Leenane’s Beauty Qeen (Leenane’nin Güzellik Kraliçesi) (1996)
Evde kalmış bir kadın ile otoriter annesi arasındaki uyumsuz ilişkinin bir öyküsüdür, bu ilişki süresince evde kalmış kadın aşktaki son şansıyla yüz yüze gelmekte, otoriter anne ise daha çok korkunç bir son ile yüzleşmektedir. 1998 yılında En iyi Oyun dalında Tony Ödülüne aday gösterilmiştir.

A Skull in Connemara (Connemara’da bir Kafatası) (1997)
İşi eski mezarlardaki iskeletleri parçalamak olan Connemara’lı adam ve en yeni müşterisi olan, yıllar önce kazara ya da bilerek öldürmüş olabileceği karısı.

The Lonesome West (Yapayalnız Batı) (1997)
Ölümcül bir kurşunla babalarının kaza eseri vurulmasının hemen ardından birbirine düşen iki kardeşin anlatıldığı Sam Shepard’ın True West (Gerçek Batı) adlı oyununun İrlanda’ya uyarlanmış halidir. 1999 yılında En iyi Oyun dalında Tony Ödülüne aday gösterilmiştir.

Aran Adaları Üçlemesi
The Criple of Inishmaan (Inishmaan’in Sakatı) (1996)
Man of Aran’da yer almak için planlar yapan küçük, sakat bir çocuğun hikâyesi. Olayların birbirini izlediği bir kara komedidir.

The Lieutenant of Inishmore (Inishmorelu Yüzbaşı) (2001)
Ayrılıkçı IRA gruplarından bir tanesinin çılgın lideri en iyi arkadaşını ölmüş olarak bulur. Buradaki en iyi arkadaş ise bir kedidir…

The Banshees of Inisheer (Inisheer’in Ölüm Perileri)
Aran Adaları üçlemesinin büyük finalidir.



Diğer Oyunları
The Pillowman (Yastık Adam) (2003)
McDonagh, yöredeki birkaç çocuğun öldürülmesinin ardından sorguya çekilen bir korku yazarını anlattığı Yastık Adam adlı oyunu yazmıştır (oyun 2004 yılında, Laurence Oliver En İyi Yeni Oyun Ödülünü almıştır). Diğer oyunu ise The Mamturk Rifleman’dır.

Diğer Çalışmaları
Martin McDonagh 2006 yılında ilk kısa filmi olan Six Shooter (Altı Patlar) ile Oscar kazanmıştır.
Oyun yazarının filme ilk adımı olan Six Shooter, aralarında Brendan Gleeson, Ruaidhri Conroy, David Wilmot ve Aisling O'Sullivan gibi birçok İrlandalı yeteneği kadrosunda barındırmakla kendisini göstermektedir. Kara komedide, karısının ölümünden saatler sonra üzgün bir ruh haliyle tren yolculuğuna çıkan, yolculuğu sırasında ise garip ve muhtemelen psikotik bir adamla karşılaşan Gleeson’un hikâyesi anlatılmaktadır. Kısa film Wicklow, Waterford ve Rosslare’deki mekânlarda çekilmiştir.


In Bruges (Bruges’de)
McDonagh Six Shooter ile Oscar kazandıktan sonra, Focus Features ile senaryosu kendisine ait olan “In Bruges” adlı uzun metraj filmin yönetmenliğini üstelenmek için bir anlaşma imzaladı. Filmde kaza sonucu bir çocuğu öldürdükten sonra Burges’de saklanan iki kiralık katil anlatılmaktadır. 2006 Temmuzu itibariyle filmin yıldızlarının Collin Farrell ve Brian F. O’Byrne olduğu bildirildi.


İnishmaan'ın Sakatı
Yazan : Martin McDonagh
Yöneten ve Çeviren : Ahmet Levendoğlu
Dekor ve Giysi Tasarımı : Ali Cem Koroğlu
Işık Tasarımı : Önder Arık
Asistanlar : Mehmet Ali Kaptanlar , İpek Yurtsever
Işık Kumanda : Birol Gezici
Kondüvit : Emre Akgül

Rol Dağılımı
Gılman Peremeci Kahyaoğlu, Hanife Şahin, Atsız Karaduman, Sema Çeyrekbaşı, Seda Yıldız, Ergun Akvuran

Özet
İrlanda’nın batı kıyısındaki Inismaan adası insancıklarının dünyadan kopuk, yoksun, garip yaşamlarından yaman bir karanlık güldürü…

11.AFİFE TİYATRO ÖDÜLLERİ
YILIN EN BAŞARILI PRODÜKSİYONU
YARDIMCI ROLDE YILIN EN BAŞARILI KADIN OYUNCUSU-SEMA ÇEYREKBAŞIOĞLU
YARDIMCI ROLDE YILIN EN BAŞARILI ERKEK OYUNCUSU-ATSIZ KARADUMAN
YILIN EN BAŞARILI SAHNE TASARIMCISI-ALİ CEM KÖROĞLU
https://www.dtgm.gov.tr/eser/eser1369.asp

Inishmore'un Yüzbaşısı (Kedi)
Yazan : Martin McDonagh
Çeviren : Mehmet Ergen
Yöneten : Hakan Boyav
Yön. Yard. : Süleyman Atanısev
Dekor Tasarımı : Zeki Sarayoğlu
Giysi Tasarımı : Berna Cömert
Işık Tasarımı : Burhanettin Yazar
Reji Asistanı : Eda Aydınlı
Sahne Amiri : Hakan Sünger
Aksesuar : Aziz Behlülgil
Işık kumanda : Kenan Ergin
Dekor sorumlusu : Burhan Demir
Peruka / Makyaj : Çetin Kazmacı
Suflöz : Deniz Yüzgeç

Rol Dağılımı
Süleyman Atanısev, Eren Oray, Tolga Evren, Ebru Aytürk, Cem Zeynel Kılıç
Caner Gezener, Mustafa Çolak, Nedim Salman

Özet
Şiddetin ve terörün giderek tırmandığı günümüzde, terör ve terörizmin altında yatan nedenlerin bazen de çok basit ve sıradan olduğunu aynı zamanda topluma şiddet yoluyla korku salan bu hastalıklı kişilerin silahı en sonunda yine kendilerine döndürdüğünü izleyeceksiniz.
https://www.dtgm.gov.tr/eser/eser1358.asp

Leenane'in Güzellik Kraliçesi
Yazan : Martin McDonagh
Çeviren : Sevgi Sanlı
Yöneten : Cüneyt Çalışkur
Dekor Tasarımı : Ethem Özbora
Giysi Tasarımı : Serpil Tezcan
Işık Tasarımı : Önder Arık
Sahne Amiri : Oktay Uçar
Işık Kumanda : Serhat Akın
Kondüvit : Nil Tanrıseven
--------------------------------------------------------------------------------
Rol Dağılımı
Sumru Yavrucuk, Rüçhan Çalışkur, Hakkı Ergök, Yurdaer Okur
--------------------------------------------------------------------------------
Özet
“Kendi topraklarında ‘kiracı’ gibi yaşayan sıradan insanlar üzerine yazılmış ‘sıradışı’ bir umut öyküsü…”


Devamını okumak için...

5 Kasım 2007 Pazartesi

Zeyrek ve Zeyrek Camii


Fatih ilçesinde, şehrin dördüncü tepesi üzerinde ve eteklerinde yer alan Zeyrek, yolları, çeşitli konut tipleri ve anıtları ile kısmen hırpalanmış olmasına rağmen geleneksel mimari özelliğini günümüze kadar korumuş ve bir bütün olarak gelebilmiş sayılı İstanbul semtlerinden biridir.

Fatih ve Eminönü ilçelerini de içine alan tarihi yarımadada Zeyrek, İstanbul kentinin geçmişten bugünümüze değin uzanan tarihi dokusu içerisinde önemli bir basamak taşıdır. Tepeden bakıldığında Haliç’in ve Boğazın panoramik bir görüntüsünün çıkarıldığı Zeyrek semti, dik merdivenleriyle, camileriyle, hamamlarıyla, türbeleriyle, parke taşlı yollarıyla ve cumbalı ahşap evleriyle ziyaretçilerine İstanbul’un tarih kokan zamanlarını yaşatıyor gibidir. Çoğunlukla ahşap yapılardan oluşan mimari yapı, kuzey yönünde çırçır semtini de kapsayarak Haliç’e kadar uzanmaktadır.

İstanbul’un Süleymaniye ile Fatih arasındaki bölümünde, bir set üzerinde yer alan Zeyrek Camii, Bizans döneminde 1118-1136 yılları arasında, Pantokrator Manastır Kompleksi olarak yapılmış bir yapılar grubundan geriye kalan üç kiliseden oluşmaktadır.

Dünya mirası
Cami ve etrafındaki ahşap mahalle, tarihi İstanbul’un önemli bileşenlerinden biri olarak korunmaya değer bulunmuş ve Dünya Mirası olarak tescil edilmiştir. Böylece Zeyrek, Ayasofya, Sultanahmet ve Topkapı Sarayı’nı içeren Sarayburnu bölgesi, Süleymaniye mahallesi ve Karasurları ile birlikte İstanbul’un tarihi alanlarından bir parça olarak, 1985’de evrensel bir statüye kavuşmuştur. Ne yazık ki bu statüyle birlikte, gerekli bakım onarım çalışmalarına girişilmemiş, Zeyrek Camii ve çevresi çok ihmal edilmiştir.

Zeyrek semti
Zeyrek, Atatürk bulvarı ve Haliç’ten başlayıp yükselen yamaçta, Atatürk bulvarı tarafından yer yer 15 m’ye varan yüksek istinat duvarları ile Bizans döneminden bugüne kadar yapılmış çeşitli teraslamalar ve setler üzerine yerleşmiştir. Bölgeye kendi has özelliğini veren mimari dokunun ve yol yapısının oluşumunda, topografik özelliklerin ve eğimin belirleyiciliği olmuştur. Eğime ve topografik özelliklere bağlı olarak, yolla eğim çizgilerine paralel olarak veya setler arası bağlantıyı kuran dik yokuşlar biçiminde oluşmuştur.

Zeyrek, Bizans ve Osmanlı tarihlerinin dönüm ve düğüm noktalarını yaşayan bir semttir.
Bizans’ın ilk dönemlerinde, manastırların yer aldığı bir semt olarak tanınan Zeyrek, denizden uzak konumu ve yamaç yerleşimi olması nedeniyle, tarih boyunca yerleşim alanı yoğunluklu bir bölge olmuştur. Bölge, I. Konsantinus (324-337) tarafından yaptırılan ve imparatorların defnedildiği yer olan Havariyun Kilisesi ve çevresinde inşa edilen büyüklü küçüklü kilise ve manastırlarla kent içinde bir “dinsel alan” özelliği kazanmıştır. Havariyun Kilisesi, imparatorların mezarlığı olma özelliğini, on ikinci yüzyıldan itibaren imparator mezarlığı olma işlevini, Pantokrator Manastırı Kilisesi’ne (bugünkü haliyle Zeyrek camii’ne) devretmeye başlamıştır. Yörede yer alan bir diğer önemli eski manastır, bugün Eski İmaret Camii olarak bilinen Pantepoptes Manastırıdır. 1462-1470 arasında Fatih Külliyesi’nin yapılmasıyla birlikte, Pantokrator Kilisesi camiye dönüştürülmüş, Pantepoptes Manastırı ise imaret olarak hizmet vermiştir. Bugün, bu yapıların mevcut olmasına rağmen, geniş bir alana yayıldığı sanılan manastırın öteki yapılarından bir iz kalmamıştır. Ayrıca, bu bölgede olduğu iddia edilen “üç prenses sarayı” ile diğer Bizans konaklarından da bir eser yoktur bugün.

Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinin ardından bölgeyi türkleştirme tasarısı, kenttin iskan özelliklerinin bütünüyle değişmesini sağlamıştır. O zamana değin kiliseleriyle, ibadethaneleriyle tam bir hristiyan bölgesi olan Zeyrek, fetihle birlikte Ayasofya’nın ardından tam anlamıyla türkleştirilerek Türk-İslam kültürünün yaşandığı bir semt olarak önem kazanmıştır. 16. yüzyılda Fatih mahallesine bağlanan Zeyrek, bu yüzyıldan itibaren irili ufaklı birçok camilerin, mescitlerin, hamamların ve çeşmelerin kuşatmasıyla müslüman halkın ikamet ettiği bir yer olma hüviyetini kazanmıştır. Bugünkü Zeyrek camii, Bizans döneminde Pantokrator manastırı ve kilisesiydi; ve Bizans’ın son dönemindeki önemi, kilise kavgalarının yoğunlaştığı bir yer olmasından gelmekteydi. Ortodoks Bizans ve Latin-Katolik kiliselerinin birleşmesi için Bizans’ın son döneminde Roma ile kurulan ilişki, birkaç ruhani konsülünün toplanmasına neden olmuştu. 1438’de toplanan Ferrara-Floransa konsülünün aldığı kararlar ise ortodoks ruhbanın çoğunluğu tarafından kabul edilmemişti. Kiliselerin birleşmesine en sert muhalefeti yürüten kişi ise, Gennadios Scholarios idi. Politik tahrikleri dolayısıyla makamından azledildi ve Pantokrator kilisesine kapatıldı. Gennadios’un taraftarı olan halk, bu hareketi protesto için Pantokrator Kilisesi’nin etrafından ayrılmadı ve kilise bir anda şehrin en kalabalık cemaate sahip ibadet mahalli haline geldi. 1453’te İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmed, bu politik atmosferi çok iyi değerlendirmek suretiyle, katolik kilisesinin düşmanı Gennadios’u patrik tayin etmişti.

Semtin isminin „Zeyrek“ olması
Semtin ismi, Fatih Sultan Mehmet (1451-1481) tarafından burada kurulan medresenin başmüderrisi Molla Zeyrek’ten gelmektedir. İstanbul’u fethettikten sonra önde gelen sekiz kiliseyi camiye çeviren Fatih Sultan Mehmet, Unkapanı ile Saraçhane arasında, bugünkü caminin batısında kalan bir yerde 55 odası bulunan Pantokrator Kilisesi’ni medreseye dönüştürerek Molla Mehmed Zeyrek Efendi’nin yönetimine vermiştir. Medresenin, İstanbul Üniversitesi’nin başlangıç tarihini oluşturduğu düşünülmektedir. Molla Mehmed’e, Farsça’da “anlayışlı, uyanık, zeki” anlamlarına gelen “Zeyrek” lakabının çocukluğunda hocası Hacı Bayram Veli tarafından takıldığı sanılmaktadır. daha evvelinde Bursa’da II. Murad Medresesinde müderrislik görevinde bulunan Molla Zeyrek’in buraya atanmasıyla, önce yaklaşık 20 yıl kadar hizmet veren medrese, sonra da bütün bir semt onun adıyla, Zeyrek olarak, anılmıştır.

Semtin sosyo-ekonomik yapısı
On altıncı yüzyıldan itibaren, o ana kadar mevcut olan bölgenin etnik sürekliliği, İstanbul’un imparatorluğun merkezi olarak gelişmesiyle birlikte, bölgeye gelen müslüman nüfus lehine değişmeye başlamıştır. Rum nüfus, ya Galata’ya yerleşmişler ya da zamanla dağılıp başka başka yerlere gitmişlerdir. bugün bölgede bulunan camilerin yoğunluğu ve rum evlerinin kalmayışı da, bu değişimin bir göstergesi olarak görünmektedir. Bütün bu gelişmeler neticesinde, on altıncı yüzyıldan itibaren Zeyrek bölgesi İslam kültürünün yoğunlaştığı bir yerleşim bölgesi olarak günümüze uzanmaktadır. Bölge, on altıncı yüzyılda Fatih mahallesine bağlandı.

Bölgede yerleşenlerin sosyo-ekonomik statülerinde, yakın dönemlere kadar önemli değişiklikler olmamış ve genellikle bölgede, hanlar bölgesinde çalışan orta sınıf mensuplarının yaşadığı anlaşılmaktadır. Bizans döneminde yerleşimin esasını oluşturan sıra-evler şeklindeki doku korunup geliştirilmiştir. Semtte, Osmanlı İmparatorluğunun önde gelenlerince yaptırılmış köşk, konak gibi yapılar bulunmamaktadır. Bunun istisnalarından bir tanesi, 1703’te idam edilen Şeyhülislam Seyyid Erzurumlu Feyzullah Efendi’nin yaptırdığı konak da, daha sonraları çıkan bir yangın neticesinde yok olup gitmiştir. Diğer bir önemli konak da, Zeyrek caddesi 9 numaradaki Doğanzade Konağı’ydı, ancak o da, 1979 yılında çıkan bir yangında kül oldu.

Çok da yoğun olmayan orta sınıf yerleşim bölgesi olduğu anlaşılan Zeyrek’te, hizmet binaları da çok az sayıdadır. Var olanların da semtin sınır kesimlerinde yer alması dikkat çekicidir. Semtin güneyinde yer alan Çinili Hamam, kuzeyindeki Haydarhane Hamamı, batısında bulunan —Fatih külliyesine bağlı, ama on dokuzuncu yüzyılda yıkılmış bulunan— Çukur Hamamı, bu özellikleriyle, Zeyrek semtini diğer semtlerden farklı kılmaktadırlar.

Semtin mimari özellikleri
Zeyrek’te bulunan ahşap konutların çoğunluğu, 1800-1840 yılları arasında inşa edilmiş sıra-evlerdir (Parmaklık sokağı, Bıçakçı sokağı, Çeşme sokağı, Güllü Bahçe sokağı vb.). Ortalama 50 m2 zemin alanına oturan, ortalama 2-3 kat ve toplam brüt alanı 100-150 m2 olan bu sıra evlerin parsel genişliği 5-10 m arasında değişmektedir. (Konaklarda ise, ortalama taban alanı 100 m2’dir.) Yaşama mekanları cadde tarafına bakan, arka taraflarında küçük bahçelere sahip bu ahşap evlerin bir diğer ortak özellikleri de, hepsinin farklı yükseklik ve genişlikte cumbalara sahip olmalarıdır. Konaklarda görülen haremlik-selamlık bölümleri, sıra evlerde görülmez. Ahşap sıra evlerin yanlarında diğer sıra evler bulunur. konaklarda iki cepheye sahip sıra evlerden farklı olarak, dört cephe bulunur. Bahçe içinde yer alan konakların bir cephesi yol sınırı oluşturacak şekilde örnekleri de mevcuttur. Konaklar üç tam, bir de çatı katından oluşmaktadır. Süslemeler, konaklarda daha yoğun olarak görülmektedir. Konağın planı, oldukça geniş bir yaşama alanı ve bu alanı çevreleyen odalardan oluşmaktadır. Servis alanları ise giriş katında ya da alçak olan bir ara katta yer alır.

Evlerin yapımında ahşap malzemenin kullanılmasının tarihi daha eskidir. Ahşap malzeme, malzemenin Karadeniz eteklerinden kolay temini, malzemenin kolay taşınır ve yenilenme bakımından uygunluğu, çıkma ve girintilerin, pencerelerin ve büyük saçakların kolay yapımına izin vermesi, ısı ve ses yalıtımı özelliği, sıcaklık duygusu, yapım kolaylığı ve ekonomik oluşu gibi nedenlerle tercih edilmiştir. 1930’lardan itibaren, gerek ahşap malzemenin zor bulunur oluşu ve gerekse de yangın talimatnamelerindeki düzenlemeler nedeniyle kâgir binalar yapılmaya başlanmışsa da, binaların planları ve formları, 1940’lı yılların sonuna kadar aslını korumuş ve ahşap dokuya uygunluğunu sürdürmüştür.

Geleneksel ahşap konut mimarisi örneklerinin yanı sıra, Zeyrek’te anıt olma özelliği taşıyan daha pek çok yapıt bulunmaktadır: Haydar Paşa Medresesi, Divitdar Keklik Mehmed Efendi camii (eski kaptan Paşa camii), Bıçakçı Mescidi, Hacı Hasanzade mescidi, Kasap Demirhan Mescidi, Piri Mehmed Paşa (soğukkuyu) Mescidi ve Medresesi, Şeyh Süleyman Mescidi, haliliye medresesi, Zembilli Ali Efendi mektebi ve türbesi, Haydar Hamamı. Bu yapılar arasında, özellikle cami ve medrese gibi alanların içerisinde, manastır ve kilise kalıntıları da bulunmaktadır. Ayrıca çeşitli yapıların altında kalmış eski Bizans sarnıçları da mevcuttur: Eski İmaret Camii Sarnıcı, Hacı Hasan Sokağı Sarnıcı, İbadethane Sokağı Sarnıcı vb. Zeyrek’te ayrıca Haydar Paşa Çeşmesi, Bıçakçı Alaeddin Çeşmesi, Hacı Eyübzade Şükrü Bey çeşmesi gibi çeşitli çeşmeler, çeşme kalıntıları, mezar ve türbeler de yer almaktadır.

Sokak dokusu
“Serçeden başka kuş, Zeyrek’ten başka yokuş bilmez” şeklinde söylenen bir deyime girmiş olan, sokak dokusu ve yokuşlarıyla meşhur olan bir semttir Zeyrek. Nevşehirli İbrahim Paşa caddesi’nden Atatürk bulvarı’na kadar inen ve 16 m’ye ulaşan kot farklarının doğurduğu zorunluluk nedeniyle, kıvrımlı, dik, yer yer bulunan merdivenlerin oluşturduğu sokak dokusu, günümüzde İstanbul içindeki mevcut geleneksek sokak dokularının en iyi durumda bulananıdır.

Sokakları kaplayan geleneksel kırmızı-siyah taş kaplamalar, araç trafiğinin yoğunluk kazanmasıyla, asfaltla kaplanmış ve kaybolmuştur. Yolun iki tarafı arasındaki sınırı, genellikle ya konutlar ya da bahçe duvarları belirler. Bahçe duvarlarından yola taşan yeşillikler ise, ayrı bir güzelliktir bölge için. Konutlar ile yol arasındaki geçişi sağlayan giriş kapıları, genelde yol seviyesinden merdivenlerle yükseltilmiştir. Giriş katında yol sınırıyla çakışan evlerin üst katlarındaki cumbaların yola taşması geleneksel yol dokusuna hareketli bir perspektif kazandırır. Günümüzde, bu yol dokusunun yanında, birbirini dik kesen, çok daha geniş mesafeli, motorlu taşıt fonksiyonuna önem veren bir yol dokusu görülmektedir. Bunlar, geleneksel yol dokusuna tamamen zıt bir durumdur. Bölgenin geçirmiş olduğu yangınlardan sonra, farklı bir doku anlayışının hakim olduğu görülür. Bu anlayış farklılığı, eğimin az olduğu kısımlarda karşımıza çıkar. Çıkmaz sokak dokusu ise, —Zeyrek camii çevresindeki İbadethane sokağı, Fazilet sokağı, Haydar caddesi, Bıçakçı Çeşme sokağı, Zeyrek Mehmet Paşa sokağı, Zeyrek caddesi, Çırçır caddesi, Fenerli çıkmazı, Gül bahçe sokağı, Parmaklık sokağı vb. yerlerde olduğu gibi— Zeyrek’teki geleneksel anlayışın tüm özelliklerini yansıtmaktadır.

Merkezinde Zeyrek camii’nin bulunduğu bölgede, halen eski dokusunu koruyan, birbirini dik olmayan açılarla kesen sokakların bulunduğu bir alan vardır. 1968’de İTÜ mimarlık fakültesi’ne bağlı bir çalışma grubu tarafından yapılan tespitler neticesinde, 1975 yılında bu alan koruma altına alınmıştır. 1980’den itibaren bu alanda yapılaşma yasaktır. Zeyrek’teki koruma çalışmaları, ayrıca, unesco tarafından da desteklenmektedir.

Zeyrek bölgesinde, kent oluşumundan söz edilememekle birlikte, geleneksel doku içine sıkıştırılmış meydancıklarla karşılaşılmaktadır. Buna karşılık, 1908 yangınından evvel bölgenin güneyinde yer alan ahşap ve kâgir dokunun, yangınla yok olması sonucunda ortaya çıkan kadınlar pazarı meydanı ile 1950 sonrasında, Zeyrek camii önünde ve arkasındaki set üzerinde oluşan boş alanlar, yıkımlar neticesinde oluşmuş ve geleneksel dokunun bir parçası olmayan alanlar bulunmaktadır.

Çoğunlukla Haliç kıyısındaki imalathanelerde çıkan ve kuzey rüzgarının etkisi ile Zeyrek’e kadar yayılan yangınlar (örneğin, 1633, 1660, 1693, 1718, 1756, 1833, 1908 ve 1918 yangınları) Zeyrek’teki yapılar üzerinde ciddi tahribatlar yapmış ve yapıların yenilenmesini gerekmiştir. Yangınların bir etkisi, bölgede yaşayan insanların fakirleşmesini doğurmuş ise, diğer bir etkisi de, Zeyrek’in yapılarının, mimarisinin ve sokak dokularının değişmesine neden olmuştur.

On dokuzuncu yüzyılda başlanan, yangın bölgelerinin birbirine dik yollar ile bunların arasında kalan kare ya da dikdörtgen yapı adaları biçiminde yeniden düzenlenmesi uygulaması, Zeyrek ve çevresinde de gerçekleştirilmiştir. Bunun bir örneği, İtfaiye caddesi, Ömer Efendi sokağı ve Eski Mutaflar sokağı arasında kalan eski organik dokudan açıkça ayrıştırılmış bölgedir.

Geçmişte İstanbul’un en hoş manzaralı semti olan Zeyrek’te, 1960 ilâ 1975 arasında, hızlı bir yapılaşma gözükmektedir: Eski ahşap evler yıkılıp yerlerini 4-6 katlı apartmanlar almaya başlamıştır. Bu beton yapılaşma önlenmişse de, Zeyrek’in, tamamıyla koruma altına alınmış olduğunu söylemek zordur.

Pantokrator Kilisesi/ Zeyrek Camii Tarihçesi
Orta Bizans döneminin sonlarında yapılan Pantokrator kilisesi’nin yapımına, 1118 ve 1124 tarihleri arasında Komnenos hanedanının ikinci hükümdarı olan II. Ioannes Komnenos’un (1118-1143) ilk eşi Bizans imparatoriçesi İrene Komnena tarafından başlanılmıştır. Manastır kompleksinde önce Güney Kilise tamamlanmış, daha sonra kuzey bölümü eklenmiştir. 1136’da yazıldığı bilinen, kilisenin Typikon adı verilen kuruluş yönetmeliği, kilise ile birlikte manastırın diğer belli başlı yapılarının bu tarihte tamamlanmış olduğu bilgisini vermektedir. İrene 1124 yılında öldüğüne göre, bu dinî kuruluşun imparator İoannes tarafından bitirildiği anlaşılıyor.

İki kilise arasında Mezar Şapeli olarak anılan bir bölüm bulunmaktadır. Proje bitmeden ölen Kraliçe Irene’nin, iki kilisenin arasına gömülmesiyle, imparatorluk ailesine ait bir Mezar Şapeli yaratılmıştır. Kommenos ve Palaiologos hanedanlıklarının İmparatorluk mozelesi haline gelen Mezar Şapel’inde pek çok yüksek rütbeli Bizanslı’nın (İmparator John II ve eşi İrene, İmparator I. Manuel ve eşi Alman asıllı İmparatoriçe Bertha of Sulzbach, İmparator John V Palaigolos) bulunduğu varsayılıyor.

Güney Kilise, manastırın en büyük kilisesidir. Programı oldukça geniş olan manastır Kraliçe Irene’nin fakir insanlara, düşkünlere yardım etmek için kurduğu yaşlılar evini, göz hastahanesi, kütüphane gibi yapıları kapsıyordu; ancak bu yapılar günümüze ulaşamamıştır.

İmparatorluk Shapel in apsisi (arkada) girintili tuğla tekniği ile yapıldı. Taş işçiliği (Orta dönemdeki Bizans mimari simgesi ) girintili tuğla tekniğine kısmen adopte edildi.Bu teknikte birbiri ardına gelen tuğlalar duvar çizgisinin arkasına monte edildi.Ve karışım yatağına daldırıldı.Bundan dolayı karışım katmanının kalınlığı,normal tuğla katmanının üç katı fazlasıdır.

İlk yapılan Pantokrator manastırının esas büyük kilisesi olan Güney Kilise’nin “Evrenin hakimi” İsa’ya, daha küçük olan Kuzey Kilise’nin“Şefkatli Meryem”e sunulduğu ve bu ikisinin arasına yapılan mezar şapelinin de Başmelek Mikail’e adandığı önesürülmektedir.

Bir başka idda Kraliçe İrene’nin ana kiliseyi Christ Pantokrator'a adadığı, eşinin ölümünden sonra imparator John II Komnenos yaptırdığı kuzey kilisesini Theotokos Eleousa’a adadığı ve neticede (1136) iki türbeyi birleştirilen Chapel’in Saint Micheal'e adandığı yönündedir.

Kilise ve manastırın mimarı Nikeforos adında bir ustanın yaptığı söyleniyor. İrene ve II. Ioannes, manastıra çeşitli yerlerde pek çok arazi ve mülk vakfetmişler. Bünyesinde 700 rahip bulunduğu rivayet edilen Pantokrator manastırının vakıfları arasında, Marmara çevresinde bir çok manastır vardı. Bunlar, kendi ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra, gelir fazlasını Pantokrator’a göndermek zorundaymışlar. Manastırın sahip olduğu araziler ise, Makedonya’da, Trakya’da, Batı Anadolu ile Ege Denizi adalarında bulunduğu düşünülüyor.

Şehrin 1204’te Latinler tarafından işgalinde, Pantokrator Manastırı’na Katolik rahipleri tarafından el konuldu. Bu işgal sırasında, Latinler, manastırı tarihi eşya deposu olarak kullanmışlar ve Ayasofya’daki “yol gösterici meryem” ikonasını buradaki kiliseye getirmişler. VII. Mihael Paleologos (1261-1282), İstanbul’u geri alıp 15 Ağustos 1261’de törenle şehre girerken, tören alayının başında taşınması için, —Aziz Luke’un eseri olduğu söylenen ve II. Theodosius’un eşi İmparatoriçe Eudoxia tarafından Kudüs’ten İstanbul’a getirilmiş olan— bu ikonayı kiliseden aldırmış. Latinler, altın yaldızlı “İconostasis”le kutsal eşyanın neredeyse tamamını Venedik’teki Sant Marco Kilisesi’ne götürmüşler. Geriye kalanı da tahrip etmişler. İsa’nın gerildiği çarmıhın parçası da, manastırın demir kasasından çıkarılarak (Latin Katolik başrahip Martin tarafından) yine Venedik üzerinden Fransa’ya kaçırılmış. Latin istilası sırasında talan edilen ve büyük zarar gören kilisenin manastır komplekslerinden bir kısmı istiladan sonra kullanılmamıştır.

Daha sonraları Sırbistan kralı olacak olan Stefan Decanski, iki oğlu ile birlikte 1313-1320 yılları arasında manastıra kapatılmış, bir anlamda burada göz hapsine alınmış. Manastır-kilise, pek çok imparator ve eşlerinin cesetlerinin defnedildiği yer olmuş. Paleologus devrinde, ortodoks ve katolik kiliselerinin birleşmesine karşı çıkanların kalesi haline gelen manastıra kapatılan kişilerden bir tanesi de, İstanbul’un fethinden sonra, Fatih Sultan Mehmed tarafından, ortodoks cemaatinin patriği olarak atanacak olan Gennadios Scholarios idi. Ortodoks Bizans ve Latin-Katolik kiliselerinin birleştirilmesine karşı çıkanlardan biri olan Gennadios, İmparator Konstantin Dragazes tarafından politik tahrikleri sebebiyle makamından alınarak bu manastıra hapsedilmiştir. Buna karşın İstanbul’un fethedilmesiyle birlikte Sultan Mehmed, Gennadios ile yaptığı uzun görüşmeler sonunda halkın çok sevdiği ve katolik aleyhtarı olan bu kişiyi, patrik olarak atamıştır.

Pantokrator Kilisesi’nde, Demetrios, Flours ve Laurus gibi azizlerin cesetlerinin kalıntıları bulunmaktaydı. Burada saklanan Aziz Blasius’un kafatası da, Latin Kralı II. Baudouin (1228-1261) tarafından Fransa Kralı Saint Louis’e gönderilmiş. Hz. İsa’nın çarmıhtan indirildikten sonra üzerine yatırıldığı tahta sehpanın da bu kilise de olduğu rivayet edilmektedir. Jak Deleon, bu “tahta sehpa”nın yanı sıra, bir de “mermer tabla”dan söz eder. Deleon’un belirttiğine göre, “taşı 1204 yılında gören Robert De Clari, mermerin üzerinde Meryem Ana’nın gözyaşlarının izlerinin bulunduğunu öne” sürmektedir.

İstanbul’un fethinden sonra, manastır medrese, kilisesi de cami haline getirilmiştir. Manastırın üçlü kilisesi, medresenin ilk müderrisi Molla Zeyrek Mehmed Efendi dolayısıyla Zeyrek Medresesi ve Camii olarak meşhur olmuştur. Fatih Sultan Mehmed’in vakfiyesinde ismi de bu şekilde geçmektedir: “Biri dahi yine mahmiye-i Konstantiniyye’de ulema-yı kiramdan Mevlana Zeyrek sakin olmak ile, Molla Zeyrek mahallesi dedikleri mahallede vaki kenisedir ki inşallah Zeyrek Camii ismi ile müsemma olmak mervidir.” Vakfiyede, ayrıca, manastır hücrelerinin camiye çevrilen kilisenin batı ve kuzey taraflarında bulundukları da yazılıdır. daha sonra Fatih Külliyesi’nin medreseleri tamamlanınca, medrese hücreleri kapatılmış; fakat yapı, cami olarak hayatına devam etmiştir. Caminin kapısı üzerindeki kitabede 1118 yılında başlanıp, 1143 yılında tamamlandığı ve 1453 yılında da camiye çevrildiği yazılıdır.

Evliya Çelebi, on altıncı yüzyılda Mimar Sinan tarafından temizlenen ve onarılan camide “kubbe ve kemerler içinde altın sürülmüş resimler” gördüğünü, sütunların “kıymetli taşlardan” yapıldığını belirtir. Molla Zeyrek Camii, 1756’da bölgede önemli ölçüde tahribat yapan Cibali yangınından ya da 1766’daki büyük depremden sonra, ciddi bir onarımdan geçtiği belirtilmektedir. Bu tamirat sırasında, kubbeleri taşıyan —on sekizinci yüzyıla kadar yabancı seyyahların gördükleri ve anlattıkları gövdeleri kırmızı renkli— sütunların yerlerine bugün mevcut olan Barok üslubundaki payeler ile mihrap ve hünkar mahfili yapılmıştır. Bu eklemelerin gösterdiği sanat özellikleri de, onarımın on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında gerçekleştiğini göstermektedir.

1950’li yıllarda son derece bakımsız durumda olan caminin güneydeki büyük kısmının ahşap bölümü söküldüğünde, evvelce mevcudiyetinden haberdar bulunulan ancak üstündeki döşeme nedeniyle görülmeyen çok zengin bir zemin süslemesi ortaya çıkmıştır. Yapının zemin yüzeyinde, renkli taşlardan yuvarlak levhaların etraflarına geçmeler yapılmış, köşelerde ise koyu renkli taşların içlerine beyaz taşlardan kakma tekniğinde figürler işlenmiştir. Buradaki mozaiklerin temizlenmesi sırasında, ortadaki mezar şapeli, Kariye Camii’nin minberi de buraya taşınmak suretiyle, namazgâh haline getirilmiştir. Zeyrek Camii'nin İstanbul'daki Bizans yapıları arasındaki önemini arttıran başka bir unsur ise günümüze ulaşan nadide Bizans yer mozaiği örneklerini barındırıyor olmasıdır. Bina içindeki imparator mezarının çevresinde ve de Hz. İsa ya ithafen inşa edilen ilk kilisede bulunan samson'un aslanlarla dövüşmesini betimleyen mozaik hala görülebilir. 1960’lı yılların ikinci yarısında vakıflar idaresi tarafından gerçekleştirilen restorasyon çalışmaları neticesinde, yapının kuzeydeki üçüncü kısmı ve batıdaki girişi, yeniden yapılırcasına büyük bir onarımdan geçmiştir. Caminin —kullanılmayan— bir de kuyusu bulunmaktadır.

Bugün Pantokrator Manastırı’ndan toprak üstünde kalmış bir iz mevcut değildir. Ancak, caminin çevresinde, daha önceleri manastır yapısının altında oldukları tahmin edilen sarnıçlar bulunmaktadır. Güneydeki yapının, üç binadan oluşan camii kompleksinin en eski bölümü olduğu tahmin edilmektedir. Bu binanın dışında, daha sonraki bir döneme ait, her biri çapraz tonozlarla örtülü beş bölümden oluşan bir dış narteks bulunur. Güneydeki yapının yine beş bölümlü esas narteksinin orta kısmının üstünü yüksek kasnaklı bir kubbe kapatır. Güneydeki yapı, dört sütunlu kapalı haç biçimli planda inşa edilmiştir. Güney binasının apsis kısmında duvarlarda renkli mermer levhalardan oluşan bir kaplama görülür. Binanın kilise olduğu dönemde duvarların yukarı bölümleri ile kemer, tonoz ve kubbelerin mozaikler ile bezenmiş olduğu anlaşılır. Bugün bunlardan hiçbiri görünürde yoktur. Fakat 60’lı yıllardaki restorasyon çalışmaları sırasında, örülü bir penceresinin içindeki dolgu boşaltıldığında, pencere kemerinin içinin altın zemin içinde tezyini bir mozaikle süslü olduğu ortaya çıkmıştır.

Kuzeydeki yapı ise, tek bir nartekse sahiptir ve plan bakımından, güneydeki binanın küçük ölçekli bir benzeridir. Ortadaki kubbeyi taşıyan dört sütunun yerine, daha sonra, kare kesitli dört paye yapılmıştır. Yapının narteksinin dış cephesi, —mimari özellikleri anlaşılamayacak derecede— harap bir durumda iken, 60’lı yıllarda başarıyla restore edilmiştir. Bu iki yapı arasında bulunan mezar şapeli ise, üstü oval biçimli bir kubbe ile kapatılmış dar ve uzun bir mekandan ibarettir.


Zeyrek Camii’ne batı yönünden bitişik, şimdi arsa halinde olan bir ek bina kalıntısı bulunmaktadır. Bu kalıntıların, Bizans dönemine ait olduğu tahmin edilen temeller üzerine inşa edilmiş bir tekke kalıntısı olduğu sanılmaktadır. Buradaki Türk mimari tarzında yapılmış bir pencere üzerindeki ta’lik hattıyla yazılmış yedi satırlık kitabede, Fatih Sultan Mehmed döneminin meşhur ulemasından Akşemseddin’in burada kalmış olduğu belirtilmektedir. Kitabenin sonundaki 855/1451 tarihi, o sırada İstanbul henüz fethedilmemiş olduğundan, muhtemelen yanlıştır. Caminin minaresi yakın bir geçmişte, şimdiki haliyle yenilenmiştir. Kadınlar ve müezzin mahfili olmayan caminin avlusundaki çeşme, meşhur kırk çeşmelerdendir. Cami yakınında Zenbilli Ali Efendi ve Cemali Efendi’nin türbeleri bulunmaktadır. Fatih vakfiyesinde 50 hücreli olarak belirtilen medreseden ise bugün hiçbir iz mevcut değildir.

Pantokrator Manastırı’nın bir kütüphanesinin olduğu ve bu kütüphaneden çıkarılmış birkaç kitabın varlığı bilinmektedir. Zeyrek semtinde bulunan, fetihten sonra Şeyh Süleyman Mescidi olarak kullanılan merkezî planlı küçük Bizans yapısının bu kütüphane olduğu iddia edilmiştir; ancak bu iddia, henüz, doğrulanabilmiş değildir.

Bir kopyası günümüze kadar ulaşabilmiş olan yönetmeliğinden, manastır hastanesinin kadrosu ve düzeni öğrenilebilmektedir. Hastanenin toplam 50 yatağının 10’u yaralılara, 10’u göz hastalarına, 10’u iç hastalıklarına, 8’i başka hastalara ve 12’si kadın hastalıklarına ayrılmıştı. Ayrıca her bölümde, acil durumlar için birer yatak bulundurulmaktaydı. 6 yatak da yatalak hastalara tahsis edilmişti. Yoksullara hizmet veren hastanede, 10 doktor ve 15 sağlık memuru çalışmaktaydı. Hastanenin yanında 24 yataklı bir yaşlılar yurdu vardı. Yurdun sakinlerine ekmek, şarap, yağ, peynir ve odun ücretsiz olarak temin edilmekteydi. Akıl hastaları için ise, şehrin başka bir yerinde bir birim oluşturulmuştu. Şehrin Latinler tarafından işgaline kadar çalıştığı tahmin edilen hastanenin bundan sonraki tarihi hakkında herhangi bir bilgi yoktur.

Manastırın ve külliyeyi oluşturan yapıların su ihtiyacı, geniş hacimli sarnıçlardan karşılanmaktaydı. Evliya Çelebi Seyahatnamesinin İstanbul’da yaşanan garip ve acayip hadiseleri anlattığı bölümünde, İstanbul halkının Pantokrator kilisesi bitişiğindeki sarnıçlarda kışın zemheri geceleri olunca, nice koncoloz denilen cadıların çıkıp arabalara binip dolaştıklarına inandıklarından bahseder. İnanışa göre de cadılar seher vakti olunca hepsi adı geçen mağara içinde kaybolurlarmış.

Günümüzde orta kısım cami olarak hala kullanımdadır fakat, gerek maddi imkansızlıklar, gerekse de restorasyon ekibinin yetersiz olması sonucunda yapının durumu kötüleşmektedir. 1950-60'larda ek kiliseler güvercin gübresi toplama amacıyla kullanıldıysa da şükürler olsun ki günümüzde bu işlev devam etmemektedir.

1960’larda Vakıflar Başmüdürlüğü tarafından yürütülen restorasyon çalışmaları (bknz. Y. Mimar Fikret Çuhadaroğlu’nun makalesi) 1970’li yıllara kadar devam etmiş. 1970’lerden 1995’e gelinceye kadar geçen sürede restorasyonda bir durağanlık yaşanmıştır. İstanbul’un önemli anıtlarından biri olan Zeyrek Camii’nin harap durumundan kurtarılması için 1995 yılında Ilinois Üniversitesinden Prof. Dr. Robert Ousterhout’un önerisiyle, İTÜ’den Prof. Dr. Metin Ahunbay ve Prof. Dr. Zeynep Ahunbay öncülüğüyle bir çalışma başlatılmıştır. Çalışmalar UNESCO’nun ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün desteğiyle devam etmektedir.

Zeyrekhane
Zeyrek Camii’nin önünde Koç grubu tarafından restore edilen bina 'Zeyrekhane' adı ile restoran olarak hizmet vermekte. Balatın ve Zeyrekin arka sokaklarini gezdikten sonra Haliç manzaralı bir dinlenme molasi isteyenlere uğrayıp bir Demirhindi şerbeti içmeleri önerilir. Hindistan hurmasının su ve sekerle kaynatılmasıyla yapılan şerbet, soğuk –buz ile- ikram ediliyor. Hafif mayhoş bir tadı var, denemeye değer, üstelik demir bakımından zenginmiş!



Referanslar
Van Milligen,Alexander(1912),Byzantine Churhces of Constantinople ,London:MC Millian & Co.
Matheus,Thomas F.(1976).Byzantine Churches of İstanbul A photoprphic Survey.
University Park:Pennsylvania States University Press ISBN 0-271-01210-2
Gülersoy Çelik (1976).A guide to İstanbul.İstanbul:Kitapligi.OCLC 3849706
Krautheimer,Richard (1986).Architettura paleocristiane e bizantine.
Turin:Einaudi. ISBN 88-06-59261-0
Zeyrek Camii Restorasyonu Zeynep Ahunbay 11 Ekim 2006, http://www.obarsiv.com/e_voyvoda_0607.html
http://www.indigodergisi.com/dilhan_Zeyrek_07.htm
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=1142
Devamını okumak için...

1 Kasım 2007 Perşembe

iso standartlarında hayal kurmak

hayat iste akip gidiveriyor, bir de bakmissin meger son gunnunmus bugun, haberin yokmus.
gercekler, bizi hep cevreleyiveren ve bazen gormek istemedigimiz farkli gormeyi tercih ettigimiz. oysa mutsuzluk ve yalnizlik insanin tercihidir.

bazen bir sablon yartiriz kafamizda pek bilmedigimiz, tanimadigimiz golgeleri yerlestirip bu sablona seyredaliriz o gercekmis gibi. oysa ertelmek gercekle yuzlesmeyi bir sey degistirmez, karsilastigimiz andaki sarsintinin siddeti disinda. ve boylece cok, basit apacik bir gercegi yuksek siddetli bir depreme cevirir enkazin altinda aci cekeriz.
en guzeli bastan izin vermek, buyur etmektir gercekleri kucuk hayal dunyamiza. iyi de ne anlami kalir o zaman hayal kurmanin? peki ya ne anlami var hayalsiz yasamanin? iste butun tilsim bu ikisi arasindaki dengeyi bulmada hayalleri gelecegin hedefleri ve dusleri olarak sekillendirmede.
yine de bir ses bagiriyor, kiziyor, tum hirsiyla yakip yikiyor "bana soyleyimezsin nasil hayal kuracagimi, onun da tarifini yapamaz, kullanim klavuzunu yazamazsin!", diye. e kalbimle aklim kendi aralarinda didise dursun elbette ne mumkun iso standartlarinda yasamak.
bize yine oylesine, pesi sira kostururcasina zamanin, suyun akisinda, spontan yasamak duser.
Devamını okumak için...

28 Ekim 2007 Pazar

Girl with a Pearl Earring - Tracy Chevalier


İnci Küpeli Kız
17. yy. Hollandası, o zaman da çinileri ile meşhur Delf kasabası.
17 yasinda bir kız, değişen hayatı ve Johannes Vermeer'in tablosundaki inci kupeli, kocaman gozlu, urkek bakisli portre...

Kitabı ingilizcesinden okudum. Son derece akıcı bir dili var kitabın, ikigunde rahatça bitirilebilir. Dönemin Avrupası ile ilgili önemli ipuçları taşıyor.
Hayatlarındaki ani değişiklik ile ailesinden ayrılıp çok çocuklu bir ressamın evinde hizmetçi olmak zorunda olan kızın yaşadıkları onun ağzından anlatılıyor.
En çok resim sanatı ile ilgili tasvirler beni etkiledi. Gökyüzü mavi mi sadece, gerçek bir sanatçı için bir eser ne zaman biter, resim görüntünün tuale aktarılmasından mı ibaret... Ve tabii renkler ve o zamanlarda onların yapılışı, mesela lapis lazuli kullanılarak ultamarine renginin oluşturulması gibi detaylar son derece ilgi çekici.
Hem konusu, hem dili, hem hikayesi ile çok güzel bir roman...
Devamını okumak için...

Çok Yaşa Komedi


ustalarin hali baskadir… bir ustanin miriltisi, kagit uzerine ufacik cizgisi hatta ayak sesleri bile sanat eseridir. „Cok Yasa Komedi“ koca bir usta ile yapilan cay sohbeti tadindaydi. Anton Cehov…


"Her şey basit olmalıdır... Tümüyle basit... Teatral olmamaktır esas olan..." diyen buyuk usta.
Iste bu buyuk ustanin o yalin anlatimiyla „Cok Yasa Komedi!“ demek istiyorsaniz bu oyunu kacirmayin derim. Cehov’un uc farkli piyesinin bir araya getirilmesiyle olusan keyifli bir buket.

Donemin Rus kulturu, tasra hayati ile ilgili ipuclari vermekle beraber evlenme, kadin-erkek iliskisi -esitligi veya ustunlugu ne derseniz- gibi evrensel konularda da adeta gunumuze gondermeler yapiyor. ‚Yasasin kadin erkek esitligi, ordek gibi vuracagim su kadini!’ yaklasimini; ayni kisiyi, ayni sozleri soyleyen ayni kisiyi menfaatlerimiz dogrultusunda cok farkli algilayiverisimizi; bizi amansiz kovalayan kacamadiklarimizi kisaca hayata dair pek cok seyi buluyoruz Anton Cehov’da.

Oyuncularin tumu performanslariyla goz dolduruyor ama koylu Rus kadini figurunun hakkini layikiyla veren Zeynep Erkekli’yi ayrica belirtmeden gecmem mumkun degil. Tesekkurler, emegi gecen herkese, bizi Cehov Usta ile tekrar bulusturduklari icin!
"Sanırım Anton Çehov'la karşılaşan herkes, içinde ister istemez daha yalın, daha doğru, daha kendisi olma isteği duyardı... Çehov hayatı boyunca hep kendi ruhsal bütünlüğü içinde yaşadı; her zaman kendisi olmayı, iç özgürlünü korumayı başardı. Başkalarının özellikle de daha kaba insanların Anton Çehov'dan beklediklerine hiç aldırmadı... Bu güzel yalınlığın içinde, kendisi de yalın, gerçek ve içten olan her şeyi sevdi ve kendine özgü bir güçle başkalarına da yalın olmayı öğretti."
Maksim GORKİ

"Çehov bir sanatçı olarak ,önceki Rus yazarlarıyla, Turgenyev, Dostoyevski veya benimle, mukayese bile edilemez. Çehov'un kendi biçimi var empresyonistler gibi. Bakarsanız adam hiçbir seçim yapmadan, eline hangi boya geçerse onu gelişi güzel sürüyor. Bu boyalar arasında hiçbir münasebet yokmuş gibi görünür. Ama bir de geri çekilip baktın mı şaşırırsınız. Karşınızda parlak büyüleyici bir tablo vardır."
---------o-----------

Çok yaşa Komedi

Yazan: Anton Çehov
Çeviren: Yılmaz Gruda
Yöneten: Işıl Kasapoğlu
Dekor Tasarımı: Hakan Dündar
Giysi Tasarımı: Funda Çebi
Işık Tasarımı: Enver Başar
Müzik - Efekt: Cenap Oğuz
Reji Asistanları: Funda Eskioğlu, Ceren Cevahir, Burcu Barutçuoğlu


--------------------------------------------------------------------------------

Rol Dağılımı

Galip Erdal - Zafer Algöz - Zeynep Erkekli


--------------------------------------------------------------------------------

Özet
Çağdaş dram sanatının kurucusu Çehov’ un bütün insanlığa armağan ettiği kısa güldürülerini keyifle hatırlayalım. Bir Evlenme Teklifi’ ni, Tütünün Zararları’ nı, ve Ayı’ ı “insanlık komedyası” nın rengarenk albümünden ödünç alalım. Hayatın ve insanoğlunun tuhaflığını Çehov’ un eşsiz karakterlerinden izleyelim. Ölümünün 100. yılında onu, ölümsüz eserleriyle ve alabildiğine gülerek analım.

Çok yaşa komedi… İyi ki doğdun Çehov…

Devamını okumak için...

18 Ekim 2007 Perşembe

Cemil Meriç - Az Gelişmiş

"Kıt'aları ipek bir kumaş gibi keser biçerdik. Keller damlardı kılcımızdan. Bir biz vardık cihanda bir de küffar...
Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları. İhtiyar dev, mazideki ihtişamndan utanır oldu. Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, "Ben Avrupalıyım" demeğe başladı, "Asya bir cüzzamlılar diyarıdır."
Avrupalı dostları, acıyarak baktılar ihtiyara, ve kulağına: "Hayır delikanlı", diye fısıldadılar, "sen bir az-gelişmişsin."
Ve Hristiyan Batı'nın göğsümüze iliştirdiği bu idam yaftasını, bir "nişan-ı zişan" gibi gururla benimsedi aydınlarımız."
Cemil Meriç, Bu Ülke

Evet belki de hep ifade etmek istedigimiz konunun bir paragraflık özeti. Ne zaman ki mezar taşlarını okuyamayan, hafızasını kaybetmiş nesiller kendilerini bulmak üzere yollara düştüler, bu amaçla çırpındılar, karşılarına bir "az-gelişmiş" dikildi. elbet eğer dost diye koşup kapılarını tırmaladıklarımız bize ayna diye bu sureti göstereceklerdi. ne de olsa dürüstlük 'ekonomik olarak rasyonel' düşünen zihinler için naif bir masaldan ibaret. Bizi bir az-gelişmiş yapan "Asya bir cüzzamlılar diyarı" sanrısı mıydı?
Devamını okumak için...

Yer altından notlar...


Yer altindan notlar mi? Kim yazar ki yer altindan, veya bir yazarin yer altinda isi ne?
Bir sicandir yazan oysa. "Eger bu dunyanin iyiligi, adaleti, durustlugu, vicdanı, bu gorduklerimse, o zaman ben seve seve bir sicanim." diyen bir sican ve bu durumundan utanmayan tam tersine gurur hatta bir cesit haz duyan bir sican. Ne o yoksa sicanlardan igrenir misiniz, yer altina inmeye, gercekle yuzlesmeye baslayinca; insanin ikiyuzlulugu, cikarciligi, basitligi oyle apacik olunca igrenilecek seyin aslinda sicanlar olmadiginin farkina variliyor. Igrenilmek ve yadsimak eyleminin muphemligine de: “Eski katillerin ellerine su dokemeyecegi gunumuz katillerinin yadsimamamizin sebebi her kose basinda goruyor olmamizdan baska nedir?”

Ne yapar insan, bir gudu bir durtu bir istek bir amactir onu harekete geciren. Iste o amaca yonelik bir adim, bir eylem dusunur ve hemen uygulamaya gecer. Bazen basarir, bazen karsisina duvarlar dikilir, yikamaz, engelleri asamaz vazgecer baska bir yone yonelir. Iste tam bu noktada sorguluyor eser: "Her seyi anlayan bir adam kendine nasil saygı duyar?". Gerçekten de yaptiklarini sonuna kadar sorgulayan ve idrak eden bunlari yapiyor olabilir miydi? Ve meydan okuyor "Yaptiginiz binaya bir tugla dahi eklersem yuh olsun bana". Isyan ediyor iki kere ikinin dort edisine. “Ne kahramanim ne korkak” yaklasimi ise bana kircilli dunyayi hatirlatiyor: aslinda “hem kahraman hem korkak” olmak “ne kahraman ne korkak” olmak arasında ne fark vardır, hangisi daha az sancili ki?
Payidar Tufekcioglu gerek performansı gerek seyirci ile kurdugu iletisimi ile son derece etkileyici. Herkesin gozunun icine ta derinden bakiyor. Gercekten oyunu bastan sona basariyla goturmeyi basariyor, ki boyle zorlu bir oyun icin bu son derece buyuk bir basari.
Fyodor Mihailoviç Dostoyevski’nin iki ana bolumden olusan kisa romanından uyarlanarak hazirlanmis oyun. E tabii o romanı okuyup da gelenlerin alacagi tat bambaska olsa gerek. Bu aralar klasik okumayi dusunenler icin bir oneri olsun en azindan.
Sarsici, carpici bir oyun. Dusunmekten korkmayan her zihni kendisiyle yuzlesmeye davet ediyor...

Yeraltından Notlar
Yazan: Fyodor Dostoyevski
Çeviren: Mehmet Özgül
Uyarlayan ve Yöneten: Özgür Yalım
Dekor Tasarım - Kostüm Tasarım: Ali Cem Köroğlu
Işık Tasarım: Önder Arık
Müzik: Alexander Petihof
________________________________________
Rol Dağılımı
Payidar Tüfekçioğlu, Alptekin Serdengeçti, Ömer Hüsnü Turat, Saydam Yeniay
Ali Fuat Çimen, Tayfun Savlıoğlu, Ezgi Çelik
________________________________________
Özet
Akıl gerçekten de insan eylemlerinde en belirleyici yönlendirici midir? İnsan yönünü sadece aklıyla bulabilir mi? Diyelim ki biri, kendine akılcı bir yön belirledi, bu her zaman o kişinin çıkarlarına uyar mı? Yoksa bir insan, kendini “akıl dışı” bir isyanla da var edebilir mi?
...Bu notlar da, bunların yazarı da besbelli hayal ürünüdür. Bununla birlikte, toplumumuzun durumunu, yapısını göz önüne alacak olursak, bu notların yazarı gibi kişilerin aramızda bulunmasının yalnızca mümkün değil, aynı zamanda zorunlu olduğunu kabul ederiz. Benim bütün istediğim, pek yakın bir zaman öncesinin tiplerinden birini herkesin gözü önüne daha açık olarak sermektir. Bu tip, henüz tükenmemiş kuşağın bir temsilcisidir. “Yeraltı” adını verdiğimiz bölümde bu kişi kendisini, düşüncelerini açıklamakta; sanki bununla toplumumuzda niçin bulunduğunu, bulunmasının neden kaçınılmaz olduğunu söylemek istemektedir. İkinci bölüm ise bu kişinin yaşamındaki birkaç olayı anlatan gerçek anılardır. Fyodor Dostoyevski
Devamını okumak için...

10 Ekim 2007 Çarşamba

İlk Göz Ağrısı

eveet bu yilin tiyatro sezonuna da gecen cumartesi ilk adimimi atmis bulunuyorum.hem de cok neseli ve hareketli bir oyunla: ilk goz agrisi...
eser Feraizcizade Mehmet Şakir (1853-1911)'e ait.
osmanli doneminde gecen hadiseler kadin erkek liskilerini ele aldigindan aslinda son derece guncel. bir de buna uyarlama sirasinda yapildigini tahmin ettigim bir iki suste eklenince tadindan yenmiyor.

oyuncularin performansi son derece iyi, mahallenin delisi bile oyuna oyle bir kaptirmis ki kendini. bir de oyuncularin seyirci ile olan diyaloglari, bu tur iletisimleri hep begenirim ama boylesine dogal ve oyunun bir parcasi olunca daha da guzel tabii.
ve deginmeden gecilmeyecek bir baska nokta: kostumler... kisaca bir osmanli defilesi de diyebiliriz.
oyunda vurgulanan pek cok onemli konu yaninda uslup da var. bazen ufacik bir kelime bile sesimizinyuksekligi, beden dilimizle o kadar degisebiliyor ki, "bir dakika" derken bile :) ozellikle yeni evli ciftlere tavsiye edilebilir oyun aman ha birbirinizi kiymetini iyi bilin, var mi ilk gozagrisi gibisi!kisaca son dakikada aldigim "sandalye" biletine degdi, ustelik laf aramizda oyunu sandalyeden izlemek zorunda kalmadin, e ne de olsa son anda isi cikip gelememis kisiler hep oluyor.
Künye:
İstanbul Şehir Tiyatrosu

Feraizcizade Mehmet Şakir (1853-1911)
İlk Göz Ağrısı

Yöneten: Erhan Yazıcıoğlu
Uyarlayan: T. Yılmaz Öğüt
Dekor Tasarımı: Nilgün Gürkan
Kostüm Tasarımı: Ayşen Aktengiz
Oyun şarkısı, söz- müzik: Hazım Körmükçü
Müzik planlama: Hüseyin Tuncel,
Işık: Ceyhun Ergül
Koreografi : Eftal Gülbudak
Efekt tasarım: Levent Akman

Oynayanlar:
Oyunda, Bestem Türen (Naile),
Hazım Körmükçü (Burhan),
Gül Akelli (Beytiye),
Uğurtan Atakan (Bahtiyar),
Burteçin Zoga (Ceri Hasan),
Gürol Güngör (Zaik),
Funda Postacı Kıpçak (Akile),
Ümit İmer (Durmuş),
Yonca İnal (Mukadder),
Işıl Zeynep Tangör (Zevkiye),
Aslı Narcı (Hizmetçi),
Selçuk Yüksel (Kahveci),
Esra E. Karabaş (Kanuni Melahat),
Güneş Han,
Yeliz Tozan Uysal,
Pınar Aygün,
Esra Ede (Kızlar),
Gökhan Eğilmezbaş,
Doğan Altınel,
Yalçın Avşar,
Oğuzboy Vedat Şahin,
Mevlüt Demiryay (Erkekler)
-------------------------------------------------------------
Konusu:
Türk Tiyatrosunun en eski örneklerinden biri olan oyunda, seyirciye evlilik müessesesinde yaşanan sorunlar komedi tadında sunuluyor. Bursa Ahmet Vefik Paşa'nın açtığı tiyatroda onunla birlikte çalışmış ve hocalık yapmış olan komedya yazarımız Feraizcizade Mehmet Şakir, İlk Göz Ağrısı'nda, evlilik kurumu ve dönemin evlenme adet ve geleneklerini komedi formunda işliyor.

Hazım Körmükçü'yü 14 yıl aradan sonra tiyatro seyircisi ile buluşturan İlk Göz Ağrısı adlı oyunun yönetmeni Erhan Yazıcıoğlu, alaturka bir oyunu günümüz seyircisinin ilgisine modernleştirerek sunuyor. Yazıcıoğlu, oyunun içinde "Osmanlı döneminde bir defile yapılsaydı, nasıl olurdu?" sorusunu sordurdurcasına, dönem giysileriyle bir defileyi oyunun içinde seyirci ile paylaşıyor. İlk Göz Ağrısı, kadınlar ve erkekler üzerine bir komedi.
Devamını okumak için...

14 Eylül 2007 Cuma

Duygusal Zeka

empati, pozitif dusunce, iq, eq konusulur durur, gecenlerde izledigim benzer konulu ama iyi yonetilmis bir seminere deginmeden gecemeyecegim. ne de olsa bilgi paylastikca artar.

efendim, bilindigi uzere, iq'un ne olursa olsun, eq (duygusal zeka) olmadi mi bos! hayatta basarili ve mutlu olmayi unut! bu duygusal zekaya sahip insanlar zaten toplum icinde hemen goze carparlar, yesil tenleri ve antenleriyle degil de su ortak ozellikleriyle:
- Kendilerini tanırlar
- Duygularini kontrol edebilirler (Kizginlik, korku, uzuntu, cosku)
- Empati gosterebilirler
- Kendi beden dilini kontrol edebilirler ve baskalarinin beden dillerine duyarlidirlar
- Hayata karsi olumlu bakis acisina sahiptirler
- Insan iliskileri kuvvetlidir.
simdi kimi "tam da beni anlattin", kimi de "yapma ya bu kadar zor muymus" diyor olabilir. lutfen ne panik olalim, ne de biliyoruz bu hikayeleri deyip okumayi biraklim.onun yerine biraz maddeleri acalim.
- Kendilerini tanırlar: Elbet herkes kendini tanir, misal: "Ben kendimi bilmez miyim, ne zaman alisverise ciksam mutlaka bir suru gereksiz sey alirim!" Durumu tespit etmis arkadas, gel gor ki eger bu alisverislerin sonunda kredi karti batagina suruklenmekten kendini kurtaramiyorsa, gecmis olsun, nerede kaldi bu duygusalin zekasi? Baska bir misal, bir isiniz hallolmadi, neden: "E tabii X sahsi elini bu kadar ağiır alirsa, zaten bu sehirin trafiginde, hem de havalar bunca sicak, ustelik zaten bu devlet daireleri..." uzar gider liste, ne de olsa suclu coktur. Hatta herkes ve hersey suclu olabilir. Amma velakin siz isaret parmaginizi sallayaraktan bir bir ifsa ederken tum bu suckukari diger uc parmaginiz "sizi" gostermektedir. Kisacasi "Onun yuzunden" demenin bir faydasi yoktur, igneyi kendinize batirmanin ise cok.
Ozlu soz: "Her yagmurlu hava beni mutsuz ederdi, ta ki mutlu insanlarin da uzerine yagmur yagdigini gorene kadar"
Is yerinde mutsuz iseniz, donup bir bakin ayni mudur ve ekiple calisan mutlu ve basarili insanlar var mi? Varsa neden onlardan biri olmayasiniz, yoksa neden onlarin ilki olmayasiniz veya orada hala ne isiniz var!?
insan cevresini degistirmeyi ancak kendini degistirerek basarabilir, bunda basarili/mutlu olmak icinse kendisini ve ne istedigini iyi bilmesi gerekir. Yunus Emre'nin iki misra'da ozetledigi
"ilim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir
sen kendini bilmezsin, ya bu nice okumaktir "
- Duygularini kontrol edebilirler (Kizginlik, korku, uzuntu, cosku): Bir hikaye ile devam edelim: "Vakti zamaninda bir adamin tum hayatini kazandigi iki ati varmis. Bir gun bu atlar kacinca herkes adama "vah vah butun gelir kaynagin kacti gitti, ne olacak senin halin, ac kaldin, acikta kaldin?" deyince, adam: "belki" demis sadece. bir sure sonra bakmislar iki at geri donmus yanlarinda iki de vahsi at, bu sefer herkes "ya ise bak hic atin kalmaisken simdi dort atin oldu, ne sansli adamsin" demis, adam yine sadece "belki" demis. bu atlarin bakimiyla ugrasirken adamin genc oglu vahsi attan dusup bacagini kirmis, herkes: "bak ugursuzluga, cocugun bacagina sebep oldu su vahsi atlar!", adam: "belki"aradan az bir sure gectikten sonra ulke savasa girer ve koyun butun genc erkekleri savasa alinir, herkes: "ya sansa bak, bizim ogullarimiz savasta seninki evde yatiyor.", adam: "belki" Bizim kulturumuzde bu "belki"nin karsiligi "hayirlisi"dir veya "her iste bir hayir var" ifadesi. Demek ki olaylar karsisinda asiri ofke, uzuntu, kaygi, cosku duymadan once dusunmeli duygularimiz kontrol etmeliyiz. bu hikayedeki gidisat her ne kadar dis faktorlere bagli gibi gozukse de duygularimizi kontrol altina alip dogru davranislar sergileyerek iyi/istenilen sonucu almak mumkun.
Ne demis Aristo: "Herkes kizabilir, bu kolaydir. Ancak dogru insana, dogru zamanda, dogru nedenle, dogru olcude, dogru sekilde kizmak, iste bu kolay degildir."
Iyi demis, guzel demis de peki nasil? Olumsuz bir duygu yasadigimizda uc cesit tepki de bulunabiliriz:
1- Inaktif davranis: Duygumuzu bastirabilir, hicbir sey omamis gibi davranabilirz. Bu hem zordur, hem de kisiyi yipratir, ki bu yipranma zamanla ciddi sorunlara yol acabilir.
2- Reaktif davranis: Duygumuzun kontroluna girebiliriz. Ofkeliysek yumruklarimizla bir sonuca varabilecegimiz yanilgisina dusmek gibi. bir diger ornek onemli bir toplantisi icin erkenden evden cikan kisinin trafikte kizdigi birinin pesine takilip sehrin bir ucundan diger ucuna gitmesi, tabii dogal olarak toplantiyi kacirmasi gibi. bu yasanmis bir ornektir.
3- Proaktif davranis: Duygumuzu kontrol edebiliriz. Hah iste duygusal zeka burada devreye giriyor. Ingilizcesi "assertive", turkce karsiligi "kendine hissettiren", fiil olarak "assert: (emin bir sekilde) ileri surmek, one surmek", "assert oneself: kendini gostermek, otoritesini kabul ettirmek". Iste duygulariniza zekaninizin otoritesini kabul ettirdiginizde adi duygusal zeka oluyor.
yine yasanan bir ornek: "park yerinin girisinde duran arabanin bir seyi bekledigi dusunerek parka giren ve arabasini park eden bayan daha arabadan inmeden camina siddetle vurulur, saclari ok ok olmus baska bir bayan agzina geleni soyleyerek insin de agzinin payini vereyim diye beklemektedir. Cami aralayinca anlar ki karsindaki park girisinde duran arabanin sahibidir ve aslinda durmakta degil, parka girmektedir, bu nedenle sirasinin ihlal edildigini dusunup hakkini ezdirmeye hic niyetli degildir. hatta karsisindakine "kustah, terbiyesiz vs." gibi agir ithamlari da fazlasiyla layik gormektedir, ne de olsa bir magdur. bu durumda herkes bir karsi savunma refleksi ile harekete meyillidir, ancak bu durum suphesiz tartismanin buyumesi, alisverisin gecikmesi gibi hedeften saptiran bir duruma yol acar.bunu yerine duygusal zekasini kullanan bayan "ozur dilerim" diye baslayarak, once karsindakini teskin eder ve sonra davranisinin sebebini aciklar. bunun uzerine kendisini magdur zanneden ve saldiriya gecmis durumundaki kisi "ben de biraz ileri gittim galiba..." der ve artik oratda iki galip vardir, ve alisverislerine sukunetle devam edebilirler. hatta bu iki bayan market icinde rastlastikca gulumseyerek birbilerini selamlarlar, iste empati atmosferinde huzur dolu bir market alisverisi.
Duygusal zekasi yuksek insan, proaktif insandir ve
KONTROL EDER: kendisini, insan iliskilerini ve cevresini kontrol eder
YARATICIDIR: Alternatif yaratir
BILGIYE ACIKTIR.
- EMPATI gosterebilirler, yani:
- Kendimizi karsimizdaki kisinin yerine koyabilmek
- Olaylara onun baktigi acidan bakabilmek
- Boylece onun duygu ve dusuncelerini anlayabilmektir
Peki empati ne degildir?
- Karsimizdaki kisinin duygu ve dusuncelerini kosulsuz olarak kabul etmek degildir
- Empati, iyi insan olmakla karistirilmamali
- Sempati ile karistirilmamali
Neden onemli?
„en uzak mesafe ne Afrika’dir ne Cin, ne Hindistan,
ne seyyareler ne de yildizlar geceleri isildayan…
en uzak mesafe iki kafa arasindaki mesafedir
birbirini anlamayan
Can Yucel“
Dusuncenin kadere evrimen dair bir dortluk:
„dusuncelerine dikkat et DAVRANISIN olur,
davranislarina dikkat et ALISKANLIGIN olur,
aliskanliklarina dikkat et KARAKTERIN olur,
karakterine dikkat et KADERIN olur.“
Bir de seminerde bir egzersiz olarak kullanilan ama icerigine deyenilmeyen bir alinti, hosuma gitti diye buraya da ekledim:
"May be God wants us to meet a few wrong people before meeting the right one, so that when we finally meet the person, we will know how to be greatful."
Devamını okumak için...